26 Kasım 2016 Cumartesi

TARIK BUĞRA’NIN HİKÂYELERİNDE “AKŞEHİR”


            Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarından Tarık Buğra, 1969 yılında yayınladığı “Hikâyeler” adlı eserinde “kasabam” dediği Akşehir’i pek çok öyküsünün arka planında kullanmıştır.  Bu yazımızda çok güzel benzetmelerin kullanılarak anlatıldığı Akşehir’le ilgili kısımlardan bir demet sunuyoruz.
Roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı Buğra,  “Ömer” adlı öyküsünde Akşehir’de sabahı şöyle anlatıyor:
“Sonbahara doğru kasabamızın sabahları pek, pek güzelleşir. Güneş, daha, ta uzaklarda, ovanın doğu sınırını pembe bir şerit gibi çizen Emir dağlarını aşmadan uyanırız. Kasabanın omuzunda yükselen dağlar hafifçe morarmıştır ve gökyüzü gümüş rengindedir. Yüzümü yıkamak için bahçedeki çeşmeye gittiğim zaman, göğsüm genişler, güçlenirim.
…Sabah serindir, sabah sessizdir, sabah dinçtir, Allah’a ve ümide yakındır. Bana yakındır! Gökyüzü berrak maviliğini bulmak üzeredir. Kuşlar yukarı doğru küme küme tabakalanırlar. Derken topçuların bahçesindeki kavak ağaçları ve Ulucaminin minareleri de yaldızlanır.”
Aynı öyküde yazar Akşehir’de bir yaz ikindisini şöyle tarif ediyor:
“..Güneş Çobankayanın ardına çekilmiş ve ikindi, her yaz ikindisi gibi, bunaltıcı günden sonra kasabamıza bir müjde halinde gelmişti: artık Tekke deresinin o serin rüzgarı esiyordu.”
Tarık Buğra, “Hayat Böyledir İşte” hikâyesinde Akşehir Tren İstasyonunu şöyle anlatmaktadır:
            “Tren o istasyonda bir dakika duruyordu. Frenlerin gıcırtısı kesilmeden pencereyi açtım: ilerideki vagonlardan birisine heybeli ve sepetli bir köylü bindi. Onun köyü birkaç kilometre ilerideki tepenin artında olmalıydı. Lokomotifin yanında duran lacivert elbiseli memur, su buharları içinde, rüyada gibi görünüyordu.  İstasyonda ne başka bir insan, ne de bir eşya vardı. Bir yaz ikindisi orada oturmak, uzakları ve uzaktakileri düşünmek hoş olmalıydı. Düdük öttü. İleride katar şefine selam duran istasyon memuru, lokomotifin salıverdiği su buharları içinde büsbütün hayalleşti. Tren ağır ağır yürüdü. Tek katlı uzun istasyon binası bize doğru ilerledi. Evvela açık duran bir kapı; içeride masa, manipleler, şeritler, bir soba... Ve sonra ince mor tel örgülü bir pencere ve bir pencere daha ve sen…”
Kendi deyişi ile meşhur hikâyeci “Kardan Adam” hikâyesinde Akşehir’in meşhur çınarlarından birini şöyle anlatıyor:
“Bir Pazar günü. Dışarıda lâpâ lâpâ kar yağıyor. Pencerenin önünde, çıplak dalları takır takır, kocaman bir çınar var: Meşhur hikâyecinin gönlü yapraklarını dökmüş ağaçlara bir türlü ısınamıyor. Ona göre, yapraksız bir ağaç bir ağaç ölüsüdür, yere kakılıvermiş dallı budaklı bir odundur. Hâlbuki yeşil ağaçların; “nefes alıp nefes veriyorum, yaşıyorum, sevebilirim!” diye şarkı söyleyen bir hali vardır. “Sev beni !” der gibi, kızlar gibi.”
Tarık Buğra, “Bacanak” adlı hikâyesinde Akşehir’in Çakıllar Köyü’nde yaşayan ve kurnaz olanın saf olanı aldattığı iki bacanağın arasında yaşananları anlatıyor. Hikâyede yer yer “Hadi bakayım kara yiğen, diyiver diyeceğini” gibi Akşehir ağızına da yer verilmiştir.  Bu hikâyede Çakıllar Köyü;
“Çakıllar, nah işte böyle avuç içi kadar bir köydür ve insan üstüne oturmak isterse bunun gibi daha bin tane kaya bulur, adam başına bir kaya bulur: Çakılların toprağı bu kayalarla, Venüs gerdanlığı takmış bir sineye benzer. Karatepe’nin meyli şoseye kadar sürer ve ancak oradan sonra toprak munisleşir, genişler, dost olur, toprak olur. Şoseden sonrası, mor kayalıkların dibinde hep öyle duran Çakılların, bu altı gövermiş veremli gözün, artık idrak edilemeyen ebedi rüyasıdır.” şeklinde anlatılır.
 Bu öyküsünde yazar, Akşehir ovasına akşamın gelişi şöyle betimler:
“Güneş neredeyse Karatepenin artına kayıverecekti ve ışıklar insanın gözünü yormuyordu. Arkalarında ova sarı yaldıza bulanmış ve günün içindeki en güzel halini almıştı. Karşılarında ise mor ve biraz vahşi dağlar yükseliyordu.  …Akşam rüzgârları karşıdan esiyordu.  …Güneş tamamen çekilmişti. Gökyüzü artık lacivertti. Tâ karşıda ufku bir şerit gibi çizen Emir dağlarının üstünde, o her akşamın şaşmaz yıldızı, yıldızların en güzeli belirmişti. Şosenin ötesi, ova, mesut ninnisini mırıldanmaya hazırlanıyordu.”
Yazar Buğra “Şehir Kulübünde” adlı öyküsünde Akşehirli bir esnafı şöyle betimler
“Hayattan memnundurlar ve Allah’a günde beş vakit şükreder. Çünkü dağsal köylerden ilçeye yağ olsun, peynir olsun gelir. Eylül ortası dedi mi, buğday yüklü kağnılar ovanın gölgesiz genişliğinde ilçenin zahire tacirleri için türkü söyler. Buna karşılık esnaf bu toz renkli köylülere çarık satar, yemeni satar, üstü kız resimli tabaka, yeşil teneke kaplı cep aynası, kemik saplı bıçak satar, hacı yağları, kekik yağları, koşum takımları ve yüz gram kahve, iki yüz elli gram toz şekeri satar.”
Bu öyküde yazar, şehirde üst düzey devlet memurlarının akşamları gitmesi için eski kaymakam ve doktor tarafından bir şehir kulübü kurduğunu fakat başta doktor olmak üzere briç ve poker oynayanların ve içki içenlerin gecenin geç saatlerine kalmasının psikolojik ve ailesel etkilerini anlatıyor.
Bu arada büyük yazar “Buhran” hikâyesinde Pervasız’a şöyle dokunup geçiyor:
“Ne pervasız hali var değil mi? Pervasız, fakat başı dik…..”



AKŞEHİRDE YOK OLAN BİR SELÇUKLU ESERİ: ŞEYH MUİNU’D-DİN ZAVİYESİ

Türkiye Selçukluları devrinde Akşehir’de kurulan Şeyh Muinu’d-din Zaviyesinden günümüze birkaç vakıf kaydından başka hiçbir şey kalmamıştır. Anadolu topraklarında Müslümanlığın ve Türklüğün mührü olan bu zaviyeleri bilmemiz gerektiğine inanıyoruz. Bu amaçla çalışmalarımıza yön verdik.
Şeyh Muinu’d-din Zaviyesi, Akşehir’in Kileci Mahallesinde kurulmuştu. Kurucusu  Şeyh Muineddin’dir. Şeyh, kendisine bağlı insanları tarikat kuralları içinde yetiştiren bir eğitimcidir. Muineddin ise din yayılmasına ve öğretilmesine yardımcı olan kişidir.  Selçuklular devrinde Muinuddin insanların ön ad yerine kullandığı bir lakaptı. Muinuddin ön adı aynı zamanda zaviye kurucusunun İran’dan göçerek geldiğinin bir göstergesidir.
Şeyh Muinuddin yaptırdığı zaviyesinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere “Şeyh Muinu’d-din Zaviyesi Vakfı”nı kurmuştu. Bu vakfın gelirlerinin üçte biri ile Şeyhlik makamının masrafları karşılanırken üçte ikisi ile konukların yemek masrafları karşılanıyordu.
Akşehir Karamanoğulları hâkimiyetinde iken kayıtlara göre Şeyh Muinu’d-din Zaviyesi gelirleri Kileci Mescidi Mahallesi Kethüdası Hacı Ali’nin tasarrufunda idi. Kethüda Hacı Ali imam ile birlikte mahallenin tüm işlerinden sorumluydu. Karamanoğlu Sultanı İbrahim Bey, “Şeyh Muinu’d-din Zaviyesi Vakfı’nın mutasarrıfı olduğuna dair Hacı Ali’nin oğlu Yusuf’a bir mektup vermişti. Akşehir, Osmanlı hâkimiyetine girince bu mektup esas alınıp 1476 yılında düzenlenen vakıf kaydına göre, vakfın gelirleri; Bu zaviyeye bitişik bahçe, Atsız köyünde yer, Akşehir deresinde değirmen, şehir sınırında yer ve Mukbil mahallesinde ev kirası olmak üzere zaviyenin geliri 348 akçe idi.
1483 yılı vakıf kaydında ise eski defterde Hacı Ali oğlu Yusuf’un tasarrufunda olduğu yazılı iken kardeşi Piri tarafından tamir ettirilirken önemsiz işleri geciktirdiği için üzerinden kayıt alındı. Eski Divane Seyyid’e verildi,  fakat bina harap oldu. Çoğunluğun şahadetiyle tekrar yukarıda adı geçen Piri’ye olamayacak nedenlerle yazıldı. Bu tarihte vakfın gelirleri:
“Yukarıda adı geçen zaviyenin bahçesine bitişik fakat ekime elverişli olan arazi senelik 40,
Maslahat mahallesindeki bir evin arazisi,
Eve alınıp ücret verilen sudan başka ev suyunun verildiği Akşehir Su’yu ile çalışan değirmen sene 24
Şehir sınırındaki arazi senelik 40,
Atsuz Köyünün sınırındaki arazi senelik 20
Yekün: 120 akçe geliri vardı.
            1500 tarihinde zaviyenin mutasarrıfı Hacı Ali’nin oğlu Piri idi ve bu tarihteki geliri 127 akçe idi. Şeyh Muinuddin Zaviyesinin geliri 1524’te 124 akçe idi. 1535 yılı kaydına göre ise:
“Şeyh Muineddin Zaviyesi Vakfı
Bademli denilen yerdeki bahçe arazisi, 1 parça senelik 20
Şehir sınırında olan Kozağaç yakınlarındaki arazi senelik .140
Harap vaziyetteki değirmenin arazisi,
Şehir sınırındaki kiralık yer senelik:300
İshak ve Hacı Paşa evlerinin arazileri: 20
Sevindik’in evinin arazisi:6
Yekün: 460
Şeyhlik makamının masrafları üçte bir 140
Misafirlerin yemek ücretleri üçte iki 280”
             Şeklinde kayıt vardır.  Bu vakfın geliri 1584’te ise azalarak 164 akçe olarak kaydedilmiştir.
            Dini eğitimlerin yanı sıra gelen konuklarını üç gün ağırlayan ve bedava yemek veren bu zaviye zamanla Akşehir’deki görevini tamamlayarak tarihteki yerini almıştır.


23 Kasım 2016 Çarşamba

MEŞHUR ÖKESLİ HOCA: HACI ALİ EFENDİ

Değerli alimlerden bir zat olup Akşehir’in Ökes (Yaylabelen) köyünde doğmuştur. Hacı Ali Efendi, İmam Birgivi soyundan ve Konya’nın Sille nahiyesinden olup babası imamlık için Ökes köyüne gelen Ömer Osman’dır.
Ökesli Hoca, ilk eğitimini babasından almıştır.  Hafızlığını babasının yanında tamamlamıştır. Daha iyi yetişmesi için babası tarafından Şarki Karaağaçta müderris olan Hacı Süleyman efendiye teslim etmiştir. Hacı Süleyman Efendi’nin vefatından sonra Şarki Karaağaç Müftüsü meşhur alim Rüşdî Ahmed Efendi (Karaağacî)’ye talebe oldu ve ondan icazet (diploma) aldı.
 Bazı kaynaklarda adı Hacı Ali Rıza Efendi olarak geçen Ökesli Hoca, daha sonra Kayseri’ye giderek üç yıl süren yükseköğretimini tamamlamış ve Akşehir Ökes köyüne dönerek medresesini açmıştır. Medresede ilmi faaliyetler devam ederken ünü bölgeye yayılmış ve camilerde verdiği vaazlar Akşehir halkının dikkatini çekmişti. Hacı Ali Efendi zamanla halkın ilgi ve sevgisini kazanmış Akşehir Müftüsünün çok yaşlanması üzerine müftünün de onayı alınarak Akşehir müftülüğüne getirilmiştir.
Akşehir’e müftü olarak gelen Hacı Ali Efendi şimdi Kızılay Aşevi’inin olduğu yere medresesini açmış ve eğitime devam etmiştir. Meşhur talebelerinden biri Konya’dan Gevreklili Hacı Abdülkadir Efendi (1831-1904) idi.  Yaptığı ilmi çalışmalar o devirde Konya Valisi’nin dikkatini çekmiş ve Konya’ya çağrılarak onurlandırılmıştır.
Ökesli Hoca yazdığı eserleri alarak İstanbul’a gider ve Şeyhülislam ile görüşür. Şeyhülislam, Padişah Abdülaziz ile bir görüşme ayarlar. Padişah ile görüşen Ökesli Hoca Padişah’tan büyük bir hüsnükabul görür.   Eserlerini basmak için Padişah bütün masraflarını karşılayacağını söyler, kitaplar basılır ve develerle Akşehir’e gönderilir.
Hacı Ali Efendi, sofrasında misafir bulundurmayı severdi. Bunun için her yemekte en az üç sofra hazırlanırdı. Yedirip içirmesi bol idi. O nedenle Akşehir çevresinde “Ökes’te davetin mi var?” sözü o devirden beri söylenegelmektedir.
Ökesli Hoca, 1869 yılında 83 yaşında iken Akşehir’de vefat etti ve kabri Nasreddin Hoca mezarlığındadır.
Hacı Ali Efendi’nin eserlerinin çoğu basılmıştır ve eserleri şunlardır:
1-Muhtasar Düsûkî: Tam adı “El Haşiye Ala Muhtasar  es-Saad-ı Muhtasar ed-Düşüki ala Muttasar el-maani” dir. Bir cilt 24cm boyundadır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesinde bir adet vardır.
2- Şerhu Kaside-i îsna Aşeriye: 1864 yılında basılan bu kitap on iki imama yazılan bir övgü şiirine konulan şerhtir. İstanbul’da basılmıştır.
3- Telhisul Esasi — Bina Şerhi: Hicri 1306 yılında İstanbul’da Matbaa-i Amire’de basıldı. Arapça dil öğretimini kapsamaktadır. ilk baskısı 1856 yılında yapılmıştır.
4- Şerhu Ebyati'l-Kâfiyeti ve'l-Câmi: Her konuda hadislerin yer aldığı kafiyeli beyitlere yazılan şerhtir.
5- Kıyasiyyetü'l-Fenari: Osmanlı’nın ilk Şeyhülislamı olan Molla Fenari’ye yapılan bir kıyaslamadır.
6- Şerhu Risaleti'l-Vaziyyeti'l-Adudiye: Felsefi konularda yazılan bu risaleye bir şerh yazmıştır.
7- Şerhu Adabi'l-Birgivi: Birgivi’nin münazara adabına dair küçük bir eserine yazılan şerhtir
8- Kaside-i Lâmiye Mine’l Kelam: Lam harfi ile sona eren kelam üzerine olan övgü şiirleridir.
9- Şerhu Risale-i Taşköprü minel Âdap: Taşköprülüzade’nin Adap üzerine yazılmış risalesine ait bir şerhtir.
Not: Şerh: bir kitaba açıklama, yorumlama yapmaktır.