31 Ocak 2015 Cumartesi

PADİŞAH’DAN NİŞANI ALAN AKŞEHİRLİ ALİM: MEHMET LÜTFİ EFENDİ

1916 yılında yayınlanan “İlmiye Salnamesi”ne göre Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi’ye Osmani ve Mecidi nişanlarından verilmişti.
Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi’nin bulunduğu İlmiye sınıfı, Osmanlı Devleti'ndeki başlıca dört enstitüden biridir. Diğer üç ise  seyfiye, mülkiye ve  kalemiyedir.  Devlet kontrolünde örgütlü bir sınıf olan ve tepesinde Şeyhülislam'ın bulunduğu  ilmiyenin başlıca görevleri dini eğitim ve şeriatin doğru bir şekilde uygulanmasıdır.  İlmiye sınıfının kendine özgü kıyafetleri vardı. Müderrislikten Şeyhülislama kadar rütbeleri mevcuttu.
Günümüzdeki anlamıyla ilmiye sınıfının bir yıllığı olan ve 1916 yılında yayınlanan “İlmiye Salnamesi”ne göre; Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi, İlmiye Sınıfı Rütbe Sırasına Sahip Kişiler sınıfında idi. Bu dereceye gelebilmek için yani Müderris olabilmek için 11. derece olan Süleymaniye’yi bitirmişti.  En yüksek eğitimi aldıktan sonra iş başında kendini yetiştirmişti.
 Çeşitli medreselerde ders vermeye başlayan Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi, Saniye-i Ayasofya-i Kebir (İkinci Büyük Ayasofya) Medresesi’ne 6 Şubat 1905 tarihinde başkan oldu. Üstün başarıları padişah tarafından verilen nişanlarla taçlandırıldı. O devirde İlmiye sınıfında bulunanlara 4. dereceden nişanlar veriliyordu.
 Mehmet Lütfi Efendi’ye önce 4.dereceden Osmanî nişanı verildi. Osmanî Nişanı;  Sultan Abdülaziz dönemine tarihlenmektedir. Bu nişan, devlet hizmetinde başarı göstermiş kişilere iftihar ve imtiyaz olmak üzere çıkartılmıştı. Nişan “Berat” olarak isimlendirilen bir belge ile beraber verilmekte idi. Bu belgede dönemin padişahının tuğrası, nişanı alanın adı, görevi, rütbesi ve nişanın verilme sebebi açıklanmakta idi. Nişana layık olan şahısa hayat boyu aitti. Sahibinin ölümünden sonra devlet hazinesine iade edilmekte idi.
            Akşehirli Mehmet Lütfi  Efendi’ye daha sonra yine 4. dereceden Mecidi Nişanı verildi.  Mecidi Nişanı: 1851 senesinde Sultan Abdülmecid tarafından çıkartılmıştı. Asıl adı “Mecidi Nişanı” olmasına rağmen halk arasında mecidiye nişanı adıyla anılmaktadır. Mecidiye nişanı ilmiye ve askeriye mensuplarından üstün hizmet ve muvaffakiyet gösterenlere verilirdi. Beratla verilen ve kullanılan mecidiye nişanı, kayd-ı hayat şartıyle verilir, nişan sahibinin ölümünde hazineye iade edilirdi. Osmanlı’da  Mecidi Nişanı'ndan 3000 adet basılmıştır.
            1916 İlmiye Salnamesine göre; Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi, Huzur-i Hümayun-i Mülkükane Ders-i Şerifi Heyeti’ne (Padişah Huzurunda Yapılan Derslerin Öğretim Üyeleri) seçilmişti. Osmanlı Devleti’nde, padişahın huzurunda ilim adamlarınca yapılan derslere Huzûr-ı hümâyûn dersleri  denirdi. Osmanlı padişahları zaman zaman âlimlerden ileri gelenleri saraya davet ederek, istişare ve onların ilmî mütalaalarını dinleyip istifade ederlerdi. Huzurda dînî konular yanında tecrübî ilimler ile edebî konular konuşulur, ilmî müzakereler yapılırdı. 13 kişiden oluşan Ders-i Evvel yani birinci ders heyeti içerisinde Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi’de vardı.
            Padişahlardan nişan alacak kadar iltifat gören Akşehirli Mehmet Lütfi Efendi, onların huzurlarında ders vererek büyük bir alim olduğunu göstermiştir.


25 Ocak 2015 Pazar

TİMUR’UN AKŞEHİR’DE TORUNUNA YAPTIĞI YAS TÖRENİ

1402’de Ankara’da Yıldırım Beyazıt’a karşı büyük bir zafer kazanan Timur, Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaşırken Akşehir’de çok sevdiği torununun öldüğünü duydu ve büyük bir üzüntü geçirdi.
1403 yılının 8 Mart’ında önce esir Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt kapalı tutulduğu Akşehir’deki Ferruhşah Mescidi’nde vefat etti. Bunun üzerine Timur, Akşehir’e geldi. 13 Mart 1403’de Bursa’da bulunan torunu Emir Muhammet Şah’ın öldüğünü ve cenazesinin getirildiğini duydu. Emir Timur bu torununu çok seviyordu. Öyle ki kendi öz oğluna sadece İran'ın hükümdarlığını verirken, Semerkand'taki imparatorluğuna layık gördüğü torununun ölüsü yanında az kalsın kederinden ölecekti. Kur'an—ı Kerim'de ki, ölenlerin bir daha geri gelmeyeceği, bunun için kederlenilmemesi hakkındaki hükmüne rağmen, kumandanları önünde üzüntüsünü gizlemedi.
Emir Timur, Asya kıtasının en büyük cenaze törenini ve evrensel bir yas yapılmasını istedi. Bunun üzerine bütün imparatorluğu sanki kendi ailesiymiş gibi, en büyük kumandandan en basit halka kadar herkes mezarlıklar rengi olan siyaha büründü. Kaftanları ve elbiseleri süsleyen kıymetli kürkler çıkarılarak, devecilerin ve dilencilerin kullandıkları boz renkli keçe takılmaya başlandı. Tabutun bulunduğu yerde kadınlar saçlarını dağıtarak tozlar içinde yuvarlanıyorlar, bir yandan eteklerine doldurdukları taşları sallarken, diğer taraftan göğüslerini yırtarcasına çığlıklar atıyorlardı. Akşehir'de bütün ordunun davetli olduğu büyük bir yuğ töreni düzenlendi.
Tören esnasında, milyonlarca davetli tarafından dinlenilmesi için yüzlerce imam etrafa dağılmış Kur'an okuyorlardı. Hint gongu gibi sedası çok uzaklardan işitilebilen Moğol davulu, bir insanın göğsüne vurması gibi muntazam aralıklarla çalıyordu. Tören bittiği vakit, bir daha hiçbir fani için bu kadar büyük bir acı duyulmaması maksadıyla davul parçalandı; onun yerine bütün gece gökleri kadın hıçkırıkları doldurdu. 67 yaşındaki ihtiyar Emir Timur’un bu yas töreni bile yüreğindeki acıyı dindiremedi. Semerkant’a geri dönmeye karar verdi.
Genç şahın kıymetli taşlar işlenmiş kumaşla örtülmüş ve altından tahtırevanda taşman tabutunu, Temur'un en eski yedi arkadaşı ve kumandanı Amuderya'nın kıyılarına kadar orduları ile takip ettiler. Timur ise imparatorluğunun devamını sağlayacak olan son şansı da beraberinde mezara götüren torununun tabutu arkasında sessizce ilerliyordu. Semerkand’a getirilen genç Muhammed Şah’nın cenazesi yüzünden şehir kederli duruma geçti. Bu genç kahramanı ölümü, Himalayaların eteklerinden Çin sınırına ve Fırat çöllerine kadar ender görülen bir yas bıraktı.
İlk oğlu Cihangir’in evdeşi olan Kanzade’nin teselli bulması için tabutun onun dairesine çivilenerek konulmasını buyurdu. Olaya tanık olan Şerifeddin Ali d’Yezd, annenin bütün gece tabutun başında ağlayıp sızlandığını anlatmaktadır.
Muhammed Şah'ın kardeşi, Kuznad’in eyaleti valisi Pir Muhammed aldığı emre göre hareket ederek, Han'ın huzuruna cıkmış, yeri öperek göz yaşı dökmüştü. Timur ise onu ağabeyinin ölümünden dolayı teselli etmiş ve yas da böylece sona ermişti.
Timur bu çok sevdiği ve ardılı olarak gördüğü torunu için Semerkant’ın seçkin bir tepesinde adına yaraşır bir büyük mozeleum inşasını emretmiş, Muhammed Şah buraya defnedilmişti. Mozeleum, anıt mezar, camii ve medrese yapılarından oluşuyordu. Timur da ölümünün ardından çok sevdiği torununun yanına defnedildi. O zamandan sonra Gur Emir, tüm Timur hanedanın birlikte yattığı anıt mezar durumuna getirildi.
Kaynaklar:
1)Alphonse de Lamartine, Türkiye Tarihi cilt 1 Tercüman Gazetesi Yayınları
2) M.Samih Fethi(2013) Timur , Ankara: Panama yayınları
3) Timur Hakkında özel notlar..

12 Ocak 2015 Pazartesi

KOZAĞAÇLI ÇOBAN DEDE MENKIBESİ VE MESCİDİ


Çoban Dede 14. Yüzyılda Akşehir’e bağlı Kozağaç Köyü’nde yaşayan adı efsanelere karışmış bir ermiş kişidir. O devirde Çoban Dede adına Kozağaç’ta bir mescit yapılmıştı.
Akşehir’e bağlı Marif (Alanyurt) köyündeki tekkeyi genişletip külliye haline getiren 14.yüzyıl mutasarrıflarından Şeyh Hasan Paşa oğlu Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli, tekkesine gelen misafirleri ve talebelerini ağırlıyordu. Onlara yemek veriyor, yatacak yer sağlıyordu. Bu ve buna benzer giderleri karşılamak için tekkenin pek çok geliri mevcuttu. Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli tekkesi o devrin en zengin tekkelerinden biri idi. Tekkede ihtiyaç duyulan süt ve et ürünlerini karşılamak için manda, inek, koyun ve keçi besleniyordu.
İşte bu tekkenin koyunlarından Kozağaçlı Çoban Dede sorumluydu. Onları Kozağaç ve Marif köyleri meralarında besliyordu. Geceleri taş ve ahşap çitlerle çevrili ağıllarda tutulan koyunlar sabahın ilk ışıklarıyla Çaban Dede ve ailesi tarafından alınıp su yanına götürülürdü. Daha sonra merada sürüler akşama kadar yayılırdı.
Koyunlar sabah ve akşam olmak üzere iki defa sağılabilirdi. Elde edilen sütlerden Marif köyündeki tekkenin ihtiyacı olan  yoğurt, ayran, tereyağı v.b ürünler elde edilirdi. Özellikle sıcak yaz günlerinde tekkede yaşayanlar için soğuk ayran yapılırdı. Ayrıca tekkenin et ihtiyacı için çeşitli zamanlarda koyunlar kesilirdi. Yine Kurban Bayramları’nda şehirden gelenlere kurbanlıklar satılarak tekkeye gelir sağlanırdı.
Koyunlardan başta giyim olmak üzere pek çok alanda kullanılan yün elde edilirdi. Bahçelerde kullanılan koyun gübreleri özellikle o devirde Kozağaç köyünde bol miktarda bulunan üzüm bağlarının kökleşmesini kolaylaştırırdı.
Gerçek adı unutulan ve halk arasında Çoban Dede olarak bilinen bu kişi, Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli tekkesine hizmet eden ve ondan feyzlenen kendi halinde ibadetleri ile meşgul olan nur yüzlü bir Anadolu insanı idi. Akşehir yöresinde bu Çoban Dede ile Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli arasında geçtiği söylenen ilginç bir menkıbe anlatılır.
Kayıtlara göre babası Şeyh Hasan Paşa’nın 1359 yılındaki ölümünden önce (tahminen Ağustos 1336) yılında Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli hacca gitmişti. İşte anlatılan bu menkıbe hac sırasında gerçekleşmişti. Buna göre:
“Hacdayken bir gün Şeyh Hacı İbrahim, mübarek Kâbe-i Şerif etrafında tavaf ettikten sonra aşırı sıcak nedeniyle iyice susamıştı. Bir an içinden: “şimdi Çoban Dede’nin soğuk ayranı olsa da içsem” diye geçirdi. O an karşısında Çoban Dede’yi gördü. Elinde içi ayran dolu bir bakraç vardı. Ayran tasına doldurup Şeyh’ine sundu. Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli kana kana içti. Susaması bitinceye kadar doldurup verdi. Sonra Çoban Dede geldiği gibi gözden kayıp oldu.” şeklinde anlatılır.
Hac dönüşü Şeyh Hacı İbrahim Sultan Veli, Çoban Dede’ye daha fazla değer verdi. Vakfiye kayıtlarında Çoban Dede adına Kozağaç köyünde bir mescit yaptırıldığını görüyoruz. 1483 yılındaki Murat Çelebi Defteri’nde yer alan vakıf kaydında göre; Akşehir Kadısı tarafından verilen izni uyarınca Kozağaç Köyünde Fafai(Koyun Çobanı) Mescidi Vakfı
Kozağaç köyü hududundaki arazi 12 dönüm
Kozağaç köyü hududundaki arazi 10 dönüm
Kozağaç köyü’deki ev 8 dönüm” şeklinde kayıt vardır. Görüldüğü gibi Çoban Dede sahip olduğu ev ve tarlaları mescidine vakfetmişti.

            Çoban Dede ölünce vasiyeti gereği Kozağaç Köyü girişine defnedildi. Üstüne bir türbe yanına da bir çeşme yaptırıldı. Zamanla Fafai (Koyun Çobanı) Mescidi harap oldu. Fakat vefalı Akşehir ve Kozağaç halkı,  Kozağaç köyü’ne “Çoban Dede Camii” yaptırdı.