26 Kasım 2014 Çarşamba

SEYDİ YUNUS ZAVİYESİ VE ZAVİYE VAKFI


Seydi Yunus, Akşehir’in Meydan Mahallesi’nde on dördüncü yüzyılın son çeyreğinde zaviyesini yapmıştı ve bu kurumun ayakta kalması için Seydi Yunus Zaviyesi Vakfı’nı kurmuştu.
Seydi Yunus Zaviye binası bugünkü türbesinin çok yakınında idi. Ancak bina günümüze ulaşamamıştır. Bu zaviyede görev yapanları tarihi kaynaklarda aradığımızda 1453 yılında Seydi Yunus’un evlatlarının Osmanlılarla birlikte İstanbul’un fethine katılması nedeniyle Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından cezalandırmak maksadıyla vakıf arazilerinin bazılarının ellerinden alınarak tımara verildiğini görmekteyiz.
1483 tarihli Murat Çelebi Defterinde ise Zaviye yöneticisi olarak Seyyid Hasan’ı görmekteyiz. Yine bir iddiaya göre bu kişinin mezarı Seydi Yunus’un yanındadır.
1700’lü yılların ikinci yarısında Seydi Yunus zaviyesinin son mütevellisi Mevlevizade Hafız Dede idi. Mezarı Seydi Yunus Türbe mezarlığındadır. Hacı Haşim Efendi’nin büyük babasıdır.
1814 yılında ölen Hacı Haşim Efendi, Seydi Yunus Zaviyesi’ni tamir ettirdi ve idareyi ele aldı. Kendisi Mevlevi idi. Bu nedenle zaviye bu tarihten itibaren Hacı Haşim Zaviyesi olarak anılmaya başlandı.
Seydi Yunus Zaviyesi için bir vakıf kurulmuştu. Bu vakfın ana şartnamesi günümüze kadar ulaşmamıştır. Ancak çeşitli yıllarda devlet tarafından yapılan kayıtlarda bu vakıfla ilgili pek çok bilgi vardır. Seydi Yunus Vakfı’nın gelirleri 1476’da 4221 akçe, 1483’te 2550 akçe, 1500 tarihinde 6770 akçe, 1524’te 4605 akçe ve 1584 tarihinde ise 6110 akçe olarak kaydedilmiştir.
1483 yılı kayıtlarında zaviye ile ilgili bilgiler şu şekilde yer almıştır.
“Toprağı Temiz Olsun” Sultan Mehmed’in Hükmü İle Kararlaştırılmış Seyyid Hasan Tasarrufundaki “Rahmetin En İyisi Olsun” Seydi Yunus Zaviyesi Vakfı
Gelirlerinden elde edilen vergisi 2.675 olan Akşehir’e bağlı Bisse ve Çakırlar Köyleri, Adı geçen köyleri İbrahim Bey’in atası vakfetmiş, İbrahim Bey zamanında vergileri de vakfa tasarruf olarak verilmiş, Osmanlı’nın İstanbul fethine Seydi Yunus’un evlatlarının katılası nedeniyle Karamanoğlu İbrahim Bey vergisi olan 1873 akçe’yi onlardan alıp tımara vermiştir.
 Eğrigös köyünde 2 kıtası mamur 1 kıtası harap Senelik:50
Akşehir Civarında Abbas’ın dolabı denilen yer senelik 30
Manifaturacılar çarşısına yakın dükkan arazisi;senelik:40
Atsuz’da su kenarı üzerinde şehir sınırında arazi parçası
Pirinin atölyesi olarak bilinen yer
Atsuz köyündeki bir kıa meyve ve sebze bahçesi
Maczuman bitişiğindeki arazi
Monos sınırındaki arazinin üç parçası
Çengi yeri denmekle meşhur şehir sınırındaki arazinin 1 kıtası
Çiftlik köyündeki bahçeden gelen gelirlerin dört hissesi
Eski günlerden bir nesne alıp gelmemişlerdir şeklinde çoğunluğun şahitlik etmesi ile Akşehir Kadısı Seyyid Hasan’ın mülküdür diyerek eline bir belge verdi buna göre: Selamet Bağı, Turan bağı, Kadı Bağı ve Şeyh Mahmut bağı gibi üzüm bağlarıdır.
Akşehir’deki Gölçük bağı bir kıtası adı geçen evladı vakfına
Yekün:2650
Akşehir Merkezindeki bir Başhane günlük:4
Sultan Mehmet’in kararnamesi ve Sultan Cem ve Sultan Mustafa’nın nişanlarının olduğu zikredilen hükümler kayıp olduğundan Sultan Mehmed’in vefatına değin tasarruflarında olduğunu herkesin olduğu bir toplantıda çoğunluğun şahitlik etmesi ile karar verildi.
            Bulgaristan’dan getirilen ve 1535 yıllarına ait olduğu sanılan kayıtlara ise;
AKŞEHİR MERKEZİNDE ŞEYH YUNUS ZAVİYESİ VAKFI
Akşehir’e bağlı Çakırlar Köyü Genç-öz İliveren mezrası
Gelirler:2088, Gider: 250’den 1750, Buradaki Arı Kovanlarının yarısı:20, Buradaki Değirmenin yarısı:140, Üzüm bağları: 150, Bostan bahçesi:20,
Akşehir’e bağlı Bisse Köyü (Çamlı Köyü)
Gelirler:2065, Gider: 250, Buradaki Arı Kovanlarının yarısı:20, Üzüm bağları: 150, Bostan bahçesi:20, Ceviz:100, Bostan:15 Yekün:4.143
Abbas’ın Dolabı adı ile bilinen meyve ve sebze bahçesi:100
Atsuz Köyündeki ev arazisi 2 kıta senelik:70
Ayakkabı satılan yerdeki ayakkabı dükkanı senelik:20
Kozağaç’taki arazi 1 kıta senelik:50
Orta nokta denilen şehrin sınırındaki diğer araziler senelik:13
Şehrin sınırındaki kabak arazisi 1 kıta 75
Atsuz Köyündeki bahçe senelik.50
Eski defter neticesinde Akşehir merkez Başhane günlük:4 senelik:20’den 1440
Toplam olarak:4538
Masraflar Şeyhlik makamı giderleri: 1513
Misafirlerin yemek giderleri:3020
Akşehir’de Üzüm Bağları ki, Selamet Bağı, Boran bağı, Kadı Bağı ve Şeyh Mahmud bağı (……), Gökçek Bağı
Akşehir merkezindeki Başhane, yukarıda adı verilen Mevlana Vakfına günlük:3 Senelik:1440
            Her iki kayıtta incelendiği zaman Çakıllar ve Bisse köylerinin vakıf olduğunu, Akşehir ve çevresinde bol miktarda üzüm bağlarının vakfa ait olduğunu, zaman içerisinde hemen yanı başında bulunan Mevlevi Vakfı’na bu vakıftan para aktarıldığını belgelerden anlıyoruz. Ayrıca Karamanoğlu Alaattin  Ali Bey, İbrahim Bey ve Fatih Sultan Mehmet ile Şehzadeler Sultan Cem ve Sultan Mustafa’nın kayıtlarda ismine rastlıyoruz.


SEYDİ YUNUS TÜRBESİ VE MEZARLIĞI


Seydi Yunus Türbesi, Akşehir Meydan Mahallesi’nde uzun yıllar içerisinde mahalle mezarlığına dönüşen bir mezarlık içerisinde yer almaktadır.
Seydi Yunus Türbesi zamanla yıkılmış ve sadece üzerinde kapı olan duvar sağlam kalmıştır. Girişin üzerinde yekpare mermer kemerin üzerinde kitabesi bulunur. İki satır kitabesinde şu sözler yazılıdır:
            “Haze’l-turbe-i şerif el-mefahiru’l-saadat es-Seyyid Yunus rahmetallahu Teala Min kutbu’l-aktab vefatı. Sene, 820.” 1417
            Kitabeye göre kutuplar kutbu Seyyid Yunus H.820/M.1417 yılında vefat etmiştir. Kitabeye göre Hazreti Muhammed’in soyundandır. Acık türbede 4 yatır sandukası vardır. Söylentiye göre birisi eşi, birisi oğlu, diğeri de hizmetlisidir. Ancak Mustafa Cavit’e göre; bu üçü yan yana biri ayrı olan mezarların birisi Seydi Yunus, diğer ikisi de Seydi Yunus sülalesinden gelen Şeyh Hacı Haşim ve onun kardeşi Şeyh Hasan’dır.
            Seydi Yunus’un türbesi etrafı zamanla ölen yakınlarının gömülmesi nedeniyle mezarlar artmış, daha sonraları ilgili ilgisiz kişilerin buraya gömülmesi mezarlığı daha da büyütmüştür. Hatta buraya yakın olan Mevlevihane’de yaşayanlardan da ölenler buraya gömülmüşlerdir. Bunu da orada olan Mevlevi sikkeli mezar taşlarından anlıyoruz. Yine Şeyh Haşim’in büyük babası olan Mevlevizade Hafız Dede türbe yanındaki mezarlığa gömülmüştür. Dolayısıyla Seydi Yunus’un Türbesi etrafı mahalle mezarlığı haline gelmişti.
Zaman içerisinde bu mezarlık bozulmaya yüz tutmuştur. Öyle ki bu mezarlığa yakın olan evlere mezarlıktan toprak satılmış ve mezarlar kaldırılarak bahçe ve evler yapılmıştı.
Bugün sadece bir duvarı ve kapı yeri olan türbenin 1922 yıllarında üzerinde bir dam mevcuttu. Zamanla bu dam yıkılmıştı. Türbe’nin tamamen ortadan kayıp olmasını önleyen Akşehir’in meşhur belediye başkanlarından Tacettin Yaltırık’tır. Evinin bitişiğindeki türbeyi ve bahçesini satın alarak kendi şahsi koruması onları aldı.
Son yıllarda yapılan bakım ve onarım sırasında yerler kazıldı ve pek çok mezar taşları gün ışığına çıkarıldı. Bunların pek çoğu Selçuklular devrinden kalmadır.


AKŞEHİR’DE EVLİYALARIN EN BÜYÜKLERİNDEN BİRİ: SEYDİ YUNUS


Seydi Yunus, Akşehir Meydan Mahallesi’nde türbesi bulunan ve “kutbu’l-kutub” olarak nitelendirilen büyük bir evliya idi.
Akşehir’deki türbesindeki kitabeye göre H.820/M.1417 yılında vefat etmiştir. Bu tarihe göre Seydi Yunus, 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın başlarında Akşehir’de yaşamıştır. Bu devirde Akşehir adeta bir tenis topu gibi bir Karaman oğullarının eline geçmekte, bir Osmanlı devletine geçmekte idi.
Seydi Yunus’un hayati hakkında ne yazık ki yeterli bilgi yoktur. Onun hayatı hakkında bilgi veren üç kaynak vardır. Birisi türbesindeki kitabedir. Bu kitabeye göre  Seydi Yunus, Peygamberimizin soyundan gelmektedir.  “Mefhari’s-saadat es-Seyyid” tamlaması peygamber soyundan gelenlerin iftihar edecekleri bir efendi olduğunu belirtiyor. Ayrıca bu sıfatlar Nakşibendîler tarafından kullanılmaktadır. Bu da Seydi Yunus’un Nakşibendî olduğunu gösteriyor. Nitekim bazı kaynaklar onun Nakşibendî halifesi olduğuna yer verir.
 Bir diğer kaynakta Şair Haki’nin “Akşehir Medhiyesi”dir. Burada:
O Seyyid Yunus’u görsen gezer sancağı şahane
Eğer şah u eğer bende otağın kurdu meydane
O nesl-i ism-i ahsen kim oturmuştur emirane
 “O Seyyid Yunus ki şahane sancağın altında gezmektedir. O’nu gören şahlar, kullar hemen yanına gelip, çadırlarını kurar, O’nun gölgesinde, himayesinde otururlar.
O’nun güzel ismi gönüllere yer etmiştir. Nesli bu şöhreti devam ettirmektedir.
Seydi Yunus ile ilgili diğer bir kaynakta vakıf defterleridir. Bu kayıtların bazılarında Seydi Yunus’un adı Şeyh Yunus olarak yer almıştır. Çok zengin bir vakfı vardır. Bu vakıf Akşehir merkezindeki Seydi Yunus Zaviyesi için kurulmuştu. Vakıf Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey(1361-1398) zamanında kurulmuştur.
Seydi Yunus Zaviyesi’ne devam eden genç, orta yaşlı, ihtiyar her zümreden insan, gerekli dini ilimleri okuyarak ve yaşayarak öğrenirdi. Ayrıca,  Zaviye’ye bir yolcu geldiği zaman, eşya ve hayvanları yerleştirildikten sonra hamama sokulur, güzelce yıkanır, sonra bir odaya alınıp, yiyecek ve içecek ikrâm edilirdi. Akşam namazından sonra zaviyede Kur'ân-ı Kerim okunur ve gece teheccüd namazına kalkılır idi.
Vakıf kayıtlarına göre; Seydi Yunus’un Akşehir Meydan Mahallesi’ne Çakıllar köyünden gelmesi muhtemeldir. Nitekim onun evlatları Çakıllar ve Bisse(Çamlı) Köyü’ne geri dönmüşlerdir.
Seydi Yunus’un kurmuş olduğu Seydi Yunus Zaviye Vakfı’na Çakıllar ve Bisse(Çamlı) köylerini vererek en büyük bağışı yapan Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey’dir. Ancak onun torunu olan Karamanoğlu İbrahim Bey, Seydi Yunus’un oğullarının Osmanlılarla birlikte İstanbul’un fethine katılması nedeniyle onları cezalandırmak için vakfedilen bazı yerlere el koyarak tımara vermiştir.
Çelebi Mehmet zamanında 1414 tarihinde Akşehir yönetimi Osmanlılara geçti. Bu tarihten üç yıl sonra Seydi Yunus, Akşehir’de vefat etti. Naaşı Meydan Mahallesinde bulunan zaviyesinin yanındaki türbeye konuldu. Bazı kaynaklar Kanuni zamanında(1520-1566) Akşehir Çakıllar köyünde yaşayan Şeyh Abdullah Efendi’nin oğlu olduğunu belirtirler. Ancak bu tarihi gerçeklere aykırıdır. Olsa olsa torunun torunudur.

Seydi Yunus, Akşehir’in tarihi kültür hayatının yapı taşlarından biridir.

21 Kasım 2014 Cuma

1530’DA AKŞEHİR YÖNETİCİSİ: FERRUHŞAD BEY


            Osmanlı İmparatorluğunu Kanuni Sultan Süleyman yönettiği 1530 yılında Akşehir sancağını da padişah adına Ferruh Şad Bey yönetiyordu.
            Akkoyunlu/Bayındır Türkmenlerinden olan Ferruh Şad Bey, Uzun Hasan Bey’in amcası torunu olan Korkmaz Bey’in oğludur. 1500’de Akkoyunlu devletinde vali olan Ferruh Şâd Bey Bayındır, Sultan Yakup'un oğlu Murad 'ı tahta çıkardı ve -Şiraz'da hükümdar ilân etti.
1507 yılında Trabzon Valisi olan Yavuz Sultan Selim, padişah babasının pasif kaldığını iddia ederek Erzurum üzerine sefer düzenledi. Bu sefer esnasında Akkoyunlu / Bayındır beylerinden Ferruhşad ile Mansur beyleri kendi yanına çekti. Daha sonraları padişah olan Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında İran’daki Safeviler üzerine sefer düzenledi. Sultan Selim, 23 Nisan 1514’de Akkoyunlu Türkmen ulusuna mensup, Ferruhşâd Bey’e de, Şah İsmail’e karşı birlikte hareket etmek için bir mektup göndermişti.  Bu arada, Fırat Nehri kenarlarında, Akkoyunlu Türkmen beylerinden Ferruhşâd Bey Sultan Selim’in huzuruna gelerek “arz-ı ubudiyyet” göstermiş, Padişah bundan fevkalâde memnun olmuştur. 
Bayındırlu’dan Ferruhşâd Bey, birer bölük asker ile dil (haber) almak için ileri tarafa gönderilmişti. Ferruhşâd Bey Turhan valisi Kızılbaşı ele geçirdi ve Bu sırada Ümerây-i Türkmân(Türkmen Valileri) ağzından bir mektup yazılıp, Şah’a itaat ve inkıyât üzere olacakları savaşın en şiddetli anında Şah’ın tarafına geçecekleri tarzında olup, Ferruhşâd Bey’in adamı Şeyh Ahmed’le (casus olarak) Şah İsmail’e gönderilmiştir. Bunu dinleyen Şah İsmail’in Hoy’da güvendiği Şeyh Ahmed’e; “Sen yine var haber ver ben dahi Çaldıran’da yetişirem” dediği söylenir. Çaldıran savaşında yaptığı yararlılıklardan ötürü Safevilerin düşmanı olan Akkoyunlu Beyi Ferruhşâd Bey’e geniş dirlikler vermiştir. Önce Bayburt yöresi dirlik olarak verildi.
Bayburt’a giden Ferruh Şad Bey, 1517 yılında Demirözü ilçesine bağlı Gökçedere’de bulunan tarihi camiyi yaptırdı. Ferruh şad Bey Cami, medrese, han, hamam, imaret ve konukevi içeren bir yapı topluğunun sadece bir parçası. Ferruh şad Bey tarafından yaptırıldığı bilinen bu yapı topluluğundan han, imaret ve konukevi ile ilgili günümüzde hiçbir iz kalmamış, hamam ise harap bir durumdadır. Günümüze kadar gelen caminin Osmanlı döneminde tadilattan geçmiş olabileceği tahmin ediliyor.

Osmanlı devletince büyük bir ehemmiyet verilerek, kendisine,  Akşehir sancağı, Karaman eyâletinde bir sancak iken bozulup hass olarak tevcih edildi.
(937/1530) Tarihli 387 Numaralı Muhâsebe-İ  Vilâyet-İ karaman Ve Rum Defteri’ne göre:
Akşehir Sancağına bağlı Akşehir Kazası’nda Yönetici Ferruh Şad Bey Hassası (tasarrufunda olanlar) şunlardı: bir şehir merkezi:,  üç köy, 1004 Asker, 685 Hane, 676 Müslüman, 9 Hıristiyan’dan Gelirler:104.012 Akçe idi.
Akşehir Sancağına bağlı İshaklu (Sultandağı) Kazası’nda ise Ferruh Şad Bey’in hassaları; bir köy, üç cemaat, 416 asker, 245 hane’den gelirleri 34.527 Akçe idi.
Yine Akşehir Sancağına bağlı Ilğun(Ilgun) Kazası’nda ise Ferruh Şad Bey’in  tasarrufunda olanlar; Bir şehir merkezi, bir köy, iki mezra, 350 asker, 205 hane’den gelirleri 41.184 Akçe idi.
Defter kayıtlarında görüldüğü gibi emrine pek çok asker verilen Ferruh Şad Bey’e, Osmanlı padişahları büyük değer verirdi. Öyle ki 1530 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın oğullarının İstanbul’da yapılan sünnet düğününde padişahın sol tarafında oturmakta idi.
Akşehir sancağını hassa aldığını gördüğümüz Ferruhşâd Beyin sonradan Bayburd havâlisinde yerleştiğini ve burada birçok vakıflar tesis ettiğini belgeler göstermektedir.
 Bu yöreyi uzun yıllar yöneten Ferruh Şad Bey,1551 yılında bugün Tunceli’ye bağlı Çemişgezek ilçesinin Ulukale köyünde vefat etti. Türbesi, Ulukale Köyü yakınında tarlalar arasındadır. Kesme, moloz taş ve tuğladan yapılan türbe, kubbe kaplaması dışında oldukça sağlamdır. Kapısındaki yazıttan 1551’de yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Yapı altta mumyalık, üstte mescit bölümüyle Selçuklu türbe geleneğini taşımaktadır. Sivri kemer içindeki girişin karşısında mihrap yer alır. Çevresinde bazı tarihi eser kalıntıları ve mezar taşları bulunmaktadır.

Akkoyunlu/Bayındır Türkmenlerinden olan ve Osmanlı’ya iltica eden Ferruh Şad Bey, uzun yıllar içerisinde Akşehir’in de bulunduğu Anadolu’daki pek çok sancakta valilik yapmıştır. Oğlu Seraceddin Mehmed Bey Osmanlı hizmet etmeye devam etmiştir.  Belgeler, bunlara Osmanlı devleti, tarafından, dirlikler verildiğini, çocukları ve akrabalarının Kanunî Sultan Süleyman devrinde bile devlet hizmetinde kaldıklarını, ulufe ve dirlik aldıklarını ispat etmektedir.

14 Kasım 2014 Cuma

TARİH SAYFALARINDAN ADI SİLİNMİŞ AKŞEHİRLİ FİLOZOF: KADI KEMALÜ’D-DİN


Kadı Kemalü’d-din, Akşehir’de XIV. yüzyıl sonları ile XV. yüzyıl başlarında yaşayan ve Akşehir’de adına bir mahalle kurulan İhvanu's-Safâ felsefesinden etkilenen bir filozoftur.
Kadı Kemalü’d-din’in hayatı hakkında ne yazık ki yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak tarih sayfalarını bir kuyumcu titizliği ile tarayarak bilgilere ulaşmaya çalıştık.
Öncelikle Matematikçi, tabîb, ârif, hurûfî Abdurrahman Bistâmî'nin hayat hikâyesi içerisinde Kadı Kemalü’d-din yer alıyor. Buna göre 1408-1409 yıllarında Akşehir’e gelen Bistâmi, Kadı Kemalü’d-din’e hocalık yapmıştır.  Kadı Kemalü’d-din’in ismi burada Kadı Kemalü’d-din İbrahim b. Muhammed el-Hanefî olarak geçmektedir. Buna göre Kadı Kemalü’d-din’in diğer bir adı da İbrahim, babasının adı ise Muhammed’dir. Ancak bazı kaynaklar babasının adını Hüseyin olarak vermektedir. Yine bu tanımlamaya göre Kadı Kemalü’d-din Hanefi mezhebindendir. Daha sonra Abdurrahman Bistâmî, Kadı Kemalü’d-din’i bırakarak Konya’ya gider. Ancak Bistâmî 816/1413-1414 'de Akşehir'de Ferruh Şah Medresesi’nde (Seyyid Mahmut Hayran Medresesi) ders verir. Öğrencilerinin içerisinde Kadı Kemalü’d-din’de vardır ve Abdurrahman Bistâmî burada Sayhatu'l-bûm fi havadisi'r-rûm (Anadolu Olaylarında Baykuş Çığlığı) adlı ilginç eserini bitirmiştir. 822/1419 'da Bistâmî, Keşfu'l-esrari'r-rabbaniyye fi şerhi'l-lumati'n-nuraniyye adlı eserini yazınca eser için öğrencisi Kadı Kemalü’d-din bir şiir yazar. Bu bilgilerden anlaşılacağı gibi Kadı Kemalü’d-din aynı zamanda bir şairdir.
            Abdurrahman Bistami, İhvanu's-Safâ felsefesini benimsemiş ve onu öğretmeye çalışmıştır. İhvanu's-Safâ, İslâm felsefesi tarihinde, insanları taassuptan kurtarmak, toplumu ıslah edecek bir aydınlar ahlâkı ortaya koymak ve tabiat ilimlerinden yola çıkarak bir felsefe kurmak iddiasıyla miladi X. yüzyılda oluşturulmuş bir dernek veya aydınlar topluluğu. İhvanu's-Safâ; saf ve temiz kardeşler anlamına gelir.  İhvanu's-Safâ, felsefeyle ilgili bulunduğu kadar, siyâsî ve dinî bir özelliğe de sahiptir.  Merkezi Basra olan bu birliğin azaları kendi aralarında birbirlerine İhvânu's-Safâ derlerdi. Çünkü gayeleri, karşılıklı yardımlaşma ile bütün vasıtalar ve bilhassa musaffa amellerle, ölümsüz ruhlarının kurtuluşuna çalışmaktı. İşte bu felsefeden etkilenen ve Anadolu Timur’un baskısı altında olduğu, Osmanlı’nın dağıldığı bir devirde Kadı Kemalü’d-din kendini yetiştirmiş Akşehir Kadılığı’na kadar çıkmış bir âlimdi.
            Kadı Kemalü’d-din, Akşehir’de “Hamire” lakabı ile anılıyordu. Hamire eski Türkçe’de “Emir, Bey” anlamındadır. Nitekim bu devirlerde yani 1410’lu yıllarda Akşehir’de Kadı Kemalü’d-din Mahallesi kurulmuştu. Önceleri Kadı Kemalü’d-din Mahallesi daha sonraları Hamire Kemaleddin Mahallesi olarak tarihi kayıtlara geçmiştir. 1521 ve 1530 tarihli Akşehir Tahrir Defterleri’nde mahalle adı Kadı Kemalü’d-din olarak geçerken 1840’larda ise Hamire Kemaleddin olarak geçmektedir.

            Kadı Kemalü’d-din’in adı tarih sayfalarından silindiği gibi ne yazık ki ismini taşıyan mahallesi de kayıp olup gitmiştir.

12 Kasım 2014 Çarşamba

ŞEYH EYYÜP (YAĞLI DEDE) TÜRBESİ VE SANDUKASI


Kızılca Mahallesi okul sokağında küçük bir bahçenin ortasındadır. Türbe etrafında eski mezarlıktan kalma, mezar taşları vardır.
Türbenin kare planlı yapısının üzerini dıştan çinko levhalarla kaplı piramidal bir külah örtmektedir. Dışarıdan taş duvarlarla kaplı yapının kubbe ve ayakları tuğla ile örülmüştür. İnşa tarihini gösteren kitabesi yoktur. Kemer ve ayaklarla hiçbir bağlantısı olmayan dış duvarların sonradan örülerek yapılmıştır. Türbenin yapısında bol miktarda devşirme malzeme ve moloz taşlar kullanılmıştır. Giriş doğu cephesindedir. Girişi üstü ahşap hatılla örtülmüştür. İki yanda birer devşirme malzeme vardır. Diğer uç cephesinde birer mazgal pencere vardır. Yapını içinde tamamen tuğla ile inşa edilmiş bir baldanken kuruluş vardır. Köşelerde L şeklinde birer ayak vardır. Birbirine sivri kemerle bağlanan ayaklardan pandantiflerle kubbeye geçilir. Yapıda süsleme yoktur.
Türbe içerisinde bir sanduka var idi. Türbenin bu ahşap sandukası, Nasreddin Hoca Arkeoloji ve Etnoğrafya Muzesi’ndedir. Ahşap sandukası çiçek motifi ile süslenmiştir. Ceviz ağacından yapılan sanduka kaide ve kapak olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Sandukanın kısa ve uzun kenarlarındaki yazılar, sade ve düz şeritle iki eşit yüzeye bölünmüştür. Yüzeylerin her birine sülüsle yazılmış Arapça kitabeler işlenmiştir.
Sandukanın kaidesini oluşturan kısımda: baş taraftaki çerçeve içerisine alınmış olan iki satırda: İntekale el merhum el mağfur es said eş şehid Şeyh Eyyup tabe mesva”  “Yargılanmış ve acınmış olarak göçen merhum ve mağfur Şeyh Eyyüb’ün varacağı yer temiz ola.” İbresi yazılıdır.
Ayakucunda olan iki satır yazıda ise Fi şuhur-i sene, Tıs’a ve hamsin ve Seb’a mie” “Ramazan ayında Hicri 759 yılında ölmüştür.” yazmaktadır.
Kaidenin sol yüzünde Kuran-ı Kerim’den alınmış 18 ve 19. Ayetler işaretlenmiştir. Metni:
“Şehide’l-lahü enehü la-ilahe illa hüve ve’l- melaiketü tü ve ülu’l-ilme kaimen bi’l-kist la-ilahe illa hüvel-azizül-hakim. İnne’d-dine inne’d-lahi’l İslam. Sadaka’l-lahü’l- azim”
Tercümesi: (Allah ve melekleri ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri ondan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka tanrı yoktur. O güçlü ve hakimdir. Allah katında din şüphesiz İslam dinidir. Ulu Allah doğrudur.”
Sandukanın sağ yüzünde ise bir hadisi şerif işlenmiştir. Metni: “Kün fi’d-dunya ke-enneke garibun ev abir-u sebilin va’adde nefseke min ehl-i kuburi’ed dünya haramün.” (Bu dünyada garip bir yolcu gibi ol. Ve kendini kabir ehlinden say.) 
Alt satırda ise: “Ala ehli’l ahirati ve’l ahiratü haramun ala ehli’d-dünya ve hüma haramun ala ehli’l-lahi Teala” (ahret insanlarına dünya,  dünya insanlarına ahret,her iki alem ise Allah dostlarına haramdır.”
 Kapak kısmının baş tarafındaki üçgen yüzeye “Hüve’l Kahhar” alttaki ve “El Vahid” isimleri yazılıdır.
 Aynı şekilde tanzim edilmiş ayakucundaki yüzeylerde üçgen içerisine “Allah” alt tarafta ise “Tevekkel Ala” yazılıdır.
Kapağın sol üst yüzeyine işlenen yazı ise: “Bismi’llahi’r-rahmani’r-rahim, İnne evliya e’llahi la havfün aliyhim ve lahümyehzemün”
Tercümesi: “Rahman ve Rahim Allah adıyla, Allah’ın dostları için ne korku vardır ve ne de onlar mahsun olurlar.”
Aşağıdaki yüzeyde ise sure 55 ayet 27’den alınan yazının metni şöyledir:
“Ve yebka vechü rabbike zü’l-celali ve’l ikram” sadaka’l-hahü’l-azimü’l-cabbar ve sadaka rasülühü’l-kerim el-muhtar”
(o celal ve ikram sahibi Rabbinin yüzü ise baki kalır. Ulu cebbar olan Allah doğrudur. Seçilmiş ve ikram sahibi Allah’ın Resulü de doğrudur.”
Kapağın sağ üst yüzeyine işlenen yazı ise:” Kale’l-lahü tebareke ve Teala, küllü şeyin halikün illa vechehü lehü’i-hükmü ve ileyhi terceüm küllü men aleyhe fan” (sure 28 ayet 55,88 ve 26) mealen tercümesi ise: “onun vechinden başka her şey helaktir. Hüküm onundur ve nihayet döndürülüp ona götürüleceksiniz. Arz üzerinde herkes fanidir.”
Kapağın sağ alt yüzeyine işlenen yazı ise : “Kâlen, nebbiyü S.A.V.” El mü’minüne la-ye mütunebel yenkılüne min-darin ila-dar.” (Peygamberimiz S.A. V. Dedi ki:“Müminler ölmezler fakat bir dünyadan başka bir dünyaya göç ederler.)


ŞEYH EYYÜP ZAVİYESİ VE ZAVİYE VAKFI























Şeyh Eyyüp Zaviyesi, Akşehir’in merkezinde günümüzde var olan türbesinin yakınlarında idi. Ne yazık ki bu zaviye binası günümüze kadar gelememiştir.
Şeyh Eyyüp Zaviyesinde geceleri ibadet etmek ve ders yapmak için kandiller devamlı yanardı. Akşehir halkı Allah katında sevap kazanabilmek için bu kandillere yağ verirlerdi. Nitekim Hz. Ali’nin Hz. Ömer için, “Mescitlerimizi aydınlattığı gibi Allah da onun kabrini aydınlatsın” diye dua ettiği bilinmektedir. Böylece tekkeye yağ verme alışkanlığı zamanla mum yakmaya dönüştü. Hatta tekke yıkıldıktan sonra bile Şeyh Eyyüp’ün kabrini aydınlatmak için türbe içerisinde, sandukaya yakın yerlerde mumlar yakılmaya devam edilmişti.
Şeyh Eyyüp, zaviyesi’nin uzun yıllar ayakta kalması için Şeyh Eyyüp Zaviyesi Vakfı’nı kurmuştu. 1483 yılındaki Murat Çelebi Defteri’ne göre;
Eski Deftere Yazılıdır Diyerek Merhum Şeyhin Neslinden Birisi Olan Eyyüp’ün Tasarrufundaki Şeyh Eyyüp Zaviye Vakfı
Yukarıda adı geçen Şeyhin ağaçlı bahçesi senelik 50
Hızır İlyas yanındaki bağ senelik 100
Yukarıda adı geçen bağa bitişik Bostan Ağa’nın bağı senelik 120
Bostan Ağa’nın çevresindeki yerde olanlar 300
Tercüman Mahallesindeki hanenin zemini senelik 4
Yekün: 574
Bu kayıta göre vakfın geliri 574 Akçe ve vakıf yönetimi Şeyhin neslinden olan Eyyüp’ün elindedir. 1500 tarihinde zaviyenin tasarrufu Şeyh Eyub neslinden Hasan bin Eyub eline geçmiş ve geliri 604 akçe olmuştur. Gelirler 1524’te 540 akçe olmuştur.  Bulgaristan’a verilen evraklarda yeni bulunan ve 1535 yılına ait olan bir kayıtta ise şu şekilde veriler vardır:
Akşehir Merkezinde Bulunan Şeyh Eyyüp Zaviyesi Vakfı
Şeyh’in İpek havlu satılan yeri senelik: 20
Hızır-İlyas’daki(Hıdırlık) bağ senelik 70
Yukarıda adı geçen bağın yanındaki Sinan’ın arazisi senelik:200
Sinan Ağa’nın etrafındaki arazi senelik :100
Tercüman Mahallesi’ndeki evin arazisi senelik: 4
Yekün: 394
Şeyhlik makamının masrafları senelik gelirin üçte biri:191
Misafirlerin yemek masrafı senelik gelirin üçte ikisi:263
Şeyhlik makamının masrafları evladı olma şartına bağlıdır, şartlar olmazsa bu durum sona erer. Şu anda vakıf, vakfın şartları neticesinde ve Sultan Selim Han’ın beratı(izin belgesi) ile torununun torunu Abdi’nin elindedir.”
            Bu kayıttan anlıyoruz ki o devirde vakfın geliri 394 Akçe imiş ve vakıf yönetimi Şeyh Eyyüp neslinden gelen Abdi’nin elindedir.

            1584’te geliri ise 430 Akçe olmuştur. 1898 yılında verilen bir ilanda: “Üçte bir hisse ile zaviyedarlık, diğer üçte biri ile idare eden Hasan Kızı, Tayyibe Hanım’ın vefat etmiş ve Tayyibe Hanım’ın vefatı ile üçte bir zaviyedarlık hissesi büyük oğulları Hafız Mehmet Emin ve Ahmet efendilere verilmesine dair verilen ilan verilmişti. Buradan da anlaşılacağı üzere zaviye H./1316/M.1898 yıllarında hizmetine açık olup içinde fukaraya yemek verildiği ve sağlam ve ayakta olduğu anlaşılmaktadır

AKŞEHİR’DE BİR EREN: ŞEYH EYYÜB (YAĞLI DEDE)


Kizılca Mahallesi, Mektep Sokakta etrafı duvarlarla çevrili bir türbede yatan Şeyh Eyyüp kendini iyi yetiştirmiş bir ulu kişidir.
Sandukasındaki tarihe göre 759 (1358) tarihinde vefat etmiştir. Halk arasında “Dede” olarak çağırıldığı için epey yaşlı iken ölmüştür. Buna göre 13. Yüzyılın son çeyreğinde doğduğu söylenebilir. İ. H. Konyalı’ya göre, babasının adı Hasan Çelebi, dedesinin ki ise Eyyüp’tür
Şeyh Eyyüp küçük yaştan itibaren kendini yetiştirmişti. Özellikle geceleri devamlı ibadet eder, kitap okurdu. Bu nedenle evinin kandilleri sabaha kadar yanardı. Bunun için en çok kandil yağına ihtiyaç duyardı. Kandilleri için devamlı yağ istediği ve aldığı için halk arasında adı “Yağlı Dede”ye çıkmıştı. Şeyh Eyyüp, vakıf kayıtlarında “Kazaz Şeyh” olarak yazılmıştır. Buna göre o aynı zamanda bir ipek dokuyucusu idi. Özellikle ipek havlular yapıyordu.
Şeyh Eyyüp alçak gönüllü bir insandı. Halkın ona yakıştırdığı unvanları kabul etmezdi. Bir rivayete göre:
“Yağlı Dede (Şeyh Eyyüp) Hazretleri’nin yaşadığı dönemlerde Akşehir’de büyük bir kuraklık oldu. Geceleri sabaha kadar evinde kandillerin yandığını görenler ve Şeyh Eyyüb’ün ibadet ettiğine inanan bir kısım halk;
“-Bu mübarek zat olsa gerek, bu zata gidelim yağmur duası etsin” dediler.
Bunun üzerine Akşehir’in ileri gelenleri dua için kapısını çaldılar. Şeyh Eyyüp hazretleri de;
“-Bende evliyalık yok” diyerek kendisini gizledi.  Daha sonra bir testi haşhaş yağı aldı. Mahallelerde
“-Yağ, yağ” diye bağırarak gezmeye başladı. Daha yağ bitmeden Nuh tufanı gibi bir yağmur yağmaya başladı. O kadar çok yağdı ki yine aynı kişiler bu sefer Şeyh Eyyüp Hazretlerine;
“-Bu seferde Allah’a dua et de yağan yağmur dursun” dediler. O  da tekrar;
“-Bende evliyalık yok” diyerek onları geri çevirdi.
 Sonra sırtına bir çuval leblebi alıp mahallelerde çocuklara;
“-Yağma yağma” diye ücretsiz leblebiyi dağıtmaya başladı. Leblebi bitmeden yağmur kesildi.”
Dr Muharrem Bayar eserinde Şeyh Eyyüp’ün Nakşibendî halifesi olduğunu belirtir. Ancak kaynağını belirtmez. Şeyh Eyyüp’ün evi bu günkü türbenin yakınında idi. O devirde evin bulunduğu bu mahalle Tercüman Mahallesi idi. Tercüman Mahallesi 1800’lu yılların başında Kileci ve Kızılca mahallelerine katılmıştır.
            Şeyh Eyyüp evinin hemen yakınına bir zaviye yani küçük bir tekke yaptırmıştı. Bu zaviyenin ayakta kalması için bir zaviye vakfı kurmuştu. Kurduğu bu vakfa evini, ağaçlıklı bahçesini, ipek dokumaların satıldığı dükkânını ve Hıdırlık’taki bağ ve meyve bahçesini bırakmıştı.
            Yıllarını okuyarak geçirdiği için Şair Haki, Akşehir Medhiyesi’nde:
“Veliler içre “Gevher İmre” mahaldir olsa yekdane,
Erenler içre “Şeyh Eyyüp” yaraşır olsa merdane,
Ziyaret eylersen “Hızr”ı hayat erer o dem cane” derken Şeyh Eyyüp için “mertçe söylemek gerekirse o kendini iyi yetiştirmiş bir erendir” şeklinde belirtiyor.

Şeyh Eyyüp,  Akşehir Hamitoğulları Beyliği yönetimindeyken 1358 Eylül ayında ebedi âleme göçmüştür.

4 Kasım 2014 Salı

AKŞEHİR’DE YOĞURT PAZARI


Akşehir’de Perşembe günleri kurulan pazarda, yoğurt pazarı pek meşhurdur. Her Perşembe günü güneşin doğuşuyla birlikte yoğurt pazarı kurulmuş olur. Akşehir’in hanımları erkenden yoğurt pazarına akın ederler. Herkesin yoğurtçusu da, müşterisi de önceden bellidir, zamanında gelmeyen müşterinin yoğurdu bir başkasına verilebilir. Zira yoğurt durmaya gelmez, çabuk ekşir. Bu yüzden “benim yoğurdumu niye başkasına verdin” lafı askıda kalır. Yoğurtlar genelde kalaylı bakraçlara çalınır (mayalanır). Yoğurt satanların temiz giyinmesi gerekir. Çünkü pazardan peynir, yoğurt alanlar, önce yoğurt satanın üstüne başına bakarlar, sonra bakracı ve yoğurdun üzerindeki tülbendi incelerler. Tülbent temiz ve beyaz olmalıdır. Bunlar yerli yerindeyse o yoğurtçuya itibar edilir.
Yoğurt pazarı çoğu zaman sıkı pazarlıklara sahne olur. Satıcının yoğurdunu beğenen alıcı hanım göz ucuyla sahibini süzerken bir yandan da fiyatını öğrenmeye çalışır.
“- Bu helkeye ne diyorsun? ”
Satıcı ise karşısındakinin alıcı olup olmadığını sezinlemeye çalışarak aklına ilk gelen rakamı söyler:
“- Dört milyon.”
“- Get bacım vaa! .. Avuç içi kadar helkeye bu kadar para mı olur! ? ” deyip
 uzaklaşırken satıcı kadın arkasından söylenir:
 “- Ah bilmezsin bunu ne zahmetle yapıyorum. Burnuma sinek kaça kaça ineklerin altına çömüyorum. Hazır ayağınıza şu yoğurt geliyor da, kıçınızı-başınızı oynatıyorsunuz! ”
            Yoğurt bakracı alınıp eve götürülür, torbalara boşaltılır ve bakraçlar yeniden yoğurt pazarına gider. Buzdolabının olmadığı yıllarda alınan yoğurtlar torbalara boşaltılırdı. Şimdilerde ise yoğurt kapları haftalık dönüşümlü olarak gelip gidiyor. Yoğurtlar buzdolabında bozulmadan korunabildiği için artık torbalara boşaltılmasına gerek kalmadığından kendi kaplarında muhafaza ediliyor.
Yoğurtçuya göre belirlenen yoğurtlar eve geldiğinde umulduğu gibi çıkmazsa, ekşiyse veya kazara içinden yabancı bir şey çıkarsa vay yoğurtçunun haline. Neler denir, neler… Yoğurtçu yedi düvele ilan edilir.
—Filanca geyinmiş guşanmış da oturmuş bazara, ben de onu akça pakça bir garı sandıydım. Aman bacım çaldığı yoğurt fıtlamış, eşgisinden yenmedi, gurban ederim bir daha ondan yoğurt murut almam. Filan köyden gelen kirli garının yoğurdu pek gözel diyolar, pek met ediyolar. Bundan sonra ondan alacağım, varsın kirli olsun içine mi giriyo yoğurdun, dadı eyi olsun da yeter, gerisine bakma.
 Komşu hemen söze girer:
—Vay bacım hepisi mi eşgi olacak o eyle bi dek gelmiştir sana. Ben filancadan aldım, üstü başı da pek temiz keteni de gar gibiydi, içimize sine sine yedik, istersen haftaya ondan alalım, garının temizi başındaki ketenden belli olur. Ketenini yumayan garı nasıl temiz yoğurt çalacak. Garının temizi gılığından gıyafetinden belli olur” gibi yoğurt muhabbeti gelecek haftaya kadar devam eder.
  Akşehir’in yoğurt pazarı tarihi belgelere göre  bu coğrafyada çok eski bir pazardır. Yoğurt pazarı, Akşehir’in perşembe pazarı içerisinde varlığını bütün ihtişamıyla günümüzde de sürdürmektedir.
 Yoğurt pazarında bir de tarhanalık yoğurtlar vardır. Onlar da yağlı, yağsız diye ikiye ayrılır. Ağustos sonu ve Eylül başı, tarhanalık yoğurdun satış zamanıdır. Hava güzelse süzme yoğurtlar kapış kapış gider, hava yağmurluysa pek itibar edilmez. Zira kış tarhanası bir haftalık işlemden sonra hazırlanıp yerli yerine konur. Yağmurlu havada tarhana kurutmak hem zahmetlidir hem de temiz olmaz. Bu yüzden hava şartları önemle takip edilir.
Yoğurt pazarı, sabahın en erken kurulan pazarı olduğu gibi yine en erken sona eren pazardır. Yoğurdun ekşimesinden mi korkulur bilinmez bazen bu pazar öğleye bile kalmaz satıcıları da alıcıları da bir anda ortadan kayıp olurlar.


AKŞEHİR’İN TARİHİ PERŞEMBE PAZARI


Perşembe günleri Akşehir’in pazarı olur. Önceleri köylüler, pazara öküz ve at arabaları ile daha sonraları traktörle, tak tak’la, bugünlerde köy minibüsleri ve kendi otomobili ile gidip gelir oldular. Köylü pazarda satacak sebzesini pazara götürür, bağı bahçesi olmayanlar da Perşembe günü kurulan Akşehir pazarından ihtiyaçlarını karşılar.
Akşehir’in meşhur Perşembe pazarı, tarihi süreç içerisinde şehrin büyümesine bağlı olarak dağın eteğinden aşağıya, ovaya doğru yer değiştirmiştir. Selçuklular zamanında Seyit Mahmut Hayran Türbesi’nin hemen alt kısmında kurulan Pazar, Osmanlılar zamanında bugünkü kebapçıların önündeki alana inmişti. Daha sonraları bugün Akşehir’de hal olarak kullanılan kısma Perşembe günleri pazar kurulmaya başlanmıştı. Burada da yerleşik düzen başlayınca Pazaryeri, Gülmece Parkı olan Nasrettin Hoca Mezarlığı’nın yanına taşındı ve uzun yıllar burada Perşembe Pazarları kuruldu.
Akşehir Belediyesi’nin yaptığı çalışmalar sonucu hem alt yapısı olan hem de bir kısmının üzeri kapatılarak bugünkü Perşembe Pazaryeri oluşturuldu. Pazarcıların çadırlarını rahatlıkla kurabildiği, tuvaleti ve suyu olan, gezinme alanları geniş ve pek çok büyük şehirde bulunmayan bir güzellikte bir Pazaryerine Akşehir sahip oldu. Şair Sami Hamamcı “Akşehir’im Der” isimli şiirinin bir yerinde:
Benim sevdam,
Köprübaşı'ndan öteye kurulan Pazar yeri
Akıl almaz güzellikte sergidir
Horoz öter, köpek havlar, buzağı böğürür
Allı yeşilli basmalar içinde analar bacılar
Önlerinde el emeği, göz nuru çevre, peşkir
Toprağı sulamış alın teriyle birlik
...
Sevdam benim Pazar yeri
Nişanlımın kolyesi lüle taşından
 Özgürlük, sevgi, barış, çağdaş yaşam
O gün bu gündür haykırır Köprübaşı'ndan
Bir yanda Hoca Nasrettin gülmez güldürür
Bir yanda Atatürkçü ruh ölmez, hürdür
Sultan dağlarının eteğinden bu insanlar
Tek bir yürek olup,
Ben Akşehir'im,der...”
            şeklinde Perşembe Pazarı’nı anlatır.
Perşembe günü otomobiller pazara yakın cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilir, sürücü ve yolcular alış-veriş için pazara dağılır. Yirmi adım ötedeki sebze ve meyve satıcılarının avazları, sıcaktan bacaların gölgesine sığınmış güvercinlerin uyuklamalarını engelliyemiyordu.
“- Domatees! Üç kilo bi milyon! .”
“- Bursa şeftalisii! ..”
 “- Kesmece bunlaar! ..”

 Akşamüzeri kalabalık, alıp-satma zevkinin doyumuna ulaşıp, arkasında bir sürü atık bırakıp, Pazaryerini boşaltmaya başlar.