25 Kasım 2015 Çarşamba

DİVAN EDEBİYATI HAYRANI BİR BAŞKAN:HÜSEYİN ŞÜKRÜ ILICAK


1963-1965 Yılları arasında Akşehir Belediye Başkanlığı yapan Hüseyin Şükrü Ilıcak, Akşehir’in alt yapı çalışmalarına büyük önem vermişti. Hukukçuydu, edebiyatçıydı.
H. Şükrü Ilıcak, 1909 yılında Akşehir'e bağlı Ilıcak Köyü’nde dünyaya geldi. Dedesi Nakibul-Eşraf Haydar Bey, babası ise Akşehir Kuvvay-i Milliye Reislerinden Hüseyin Bey idi.  Şükrü Ilıcak önce annesini sonra babasını kayıp etti. Onu hiç çocuğu olmayan amcası Mahir Bey yanına aldı ve büyüttü.
Şükrü Ilıcak çocuk yaşta iken ailesi Akşehir merkezine yerleşti. İlk ve orta öğretimini burada okudu. Daha sonra Hukuk Fakültesi’ni bitirerek avukat oldu. Akşehir halkına avukat olarak uzun yıllar hizmet etti. Yine bu devirlerde Halkevleri başkanı olarak yıllarca Akşehir’in kültürel ve sosyal hayatında mihenk taşı insanlardan biri olmuştu. Bir Akşehir hanımefendisi olan Sıdıka Hanım ile evlenen H. Şükrü Ilıcak’ın dört çocuğu olmuştu.
1963 yılında Adalet Partisi yöneticilerinin ısrarı üzerine Akşehir Belediye Başkanlığına aday oldu.  17 Kasım 1963 tarihinde yapılan yerel seçimi kazanarak Akşehir Belediye Başkanlığı’nı aldı. Bu seçimde ilk kez belediye başkanı halk tarafından doğrudan seçilmişti. Önceleri başkan seçimle gelen belediye encümeni tarafından seçiliyordu. O devirde personeli az, maddi imkanları kısıtlı olan Akşehir Belediyesi’nde Başkan Ilıcak alt yapı çalışmalarına hız verdi. Şehrin yolları genişletildi ve asfaltlama işlemleri yapıldı. Akşehir’in belli noktalarında eksikliği duyulan tuvaletler yaptırıldı. Belediyenin bütün imkânları kullanılarak halka hizmet verilmeye çalışıldı. Çok demokrat bir yapıya sahip olan H. Şükrü Ilıcak halkı dinleyerek çoğunluğun isteklerini yerine getirmeye çalıştı. Halkla diyalogu, halkın içinde olmayı, hoşgörüyü simgelemiş bir Reis Bey idi.
Hüseyin Şükrü Ilıcak; “-Elli yaşına gelince avukatlığı bırakacağım” demiş bir gün. Ellinci yaş gününde elindeki bütün davaları meslektaşlarına devrederek avukatlık defterini kapatmıştı.
Hüseyin Şükrü Ilıcak, zarif bir insandı. Büyük bir konuksever, gösterişsiz, reklamsız bir hayırseverdi. H. Şükrü Bey, 7 Eylül 1991 Cumartesi günü sabaha karşı 82 yaşındayken hayata veda etti. Akşehir’in unutulmazları arasında yerini aldı.
Divan edebiyatını iyi bilen, iyi kıraat eden Hüseyin Şükrü Bey; havasını ve muhatâbını bulmuşsa sohbeti doyumsuz bir insandı.  Divan edebiyatı üstatları olan Fuzuli, Baki ve Nabi’yi çok severdi. “Dünya malının peşinde koşmanın ve mevki-makam-iktidar hırsının anlamsızlığı ile bu kişilerin trajik sonunu” ifade eden Nâbi’nin şu gazelini çok severdi.
“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
Biz neşatın da gamın da rüzgârın görmüşüz 
Çok ta mağrur olma kim meyhane-i ikbalde
Biz hezaran mest-i mağrurun humarın görmüşüz
Top-i ah-i inkisare paydar olmaz yinede
Kişver-i cahın nice sengin hisarın görmüşüz
Bir huruşiyle eder bin hane-i ikbali pest
Ehl-i derdin seyl-i eşg-i inkisarın görmüşüz
Bir hadeng-i cangüdaz-i ahdır sermayesi
Biz bu meydanın nice çapik süvarın görmüşüz
Bir gün eyler destbeste paygâhı caygâh
Bîadet mağrur-i sadr-i i'tibârın görmüşüz
Kâse-i deryuzeye tebdil olur cam-i murad
Biz bu bezmin Nabiya çok badeharın görmüşüz”

Not:  Bu makale için Pervasız’daki yazılarından yararlandığım Rahmetli Nihat Ak amcamı ve Rahmetli Musa Küçükakçe’yi  minnetle ve hürmetle anıyorum..

12 Eylül 2015 Cumartesi

MÜZE BİNASINI YAPTIRAN BELEDİYE BAŞKANI: HACI MUSTAFA EFENDİ


Günümüzde Batı Cephesi Karargâh Müzesi olarak kullanılan eski Akşehir Belediye binasını Bostan Bey olarak meşhur olan Akşehir Belediyesi eski başkanlarından Hacı Mustafa Efendi yaptırmıştır.
Hacı Mustafa Efendi, Miralay Şemseddin Bey’in oğludur. Çay Medresesi’nin meşhur Müderrislerinde Şemseddin Efendi’nin neslindendir. Babası Akşehir Sancağı’nın İshaklı Kazası’na bağlı Eber Köyü’nde Akşehir’e gelmiştir. Mustafa Efendi’nin doğum tarihi belli değildir.
İyi bir eğitim alarak kendini yetiştiren Mustafa Efendi, “Meclis-i Beledi” olarak bilinen Akşehir Belediyesi’nde Bostancı olarak işe başladı. Günümüzün zabıtası olarak nitelendirebileceğimiz Bostancı’nın o devirdeki görevi belediyenin güvenlik amirliği yapmak, pazarları denetlemek ve binaların yapımı için gerekli malzemeleri temin etmek gibi işlerdi. Bu görev sırasında halk arasında Bostan Bey olarak meşhur oldu.
Tanzimat döneminde kaza idari meclisleri kuruldu. Bu kaza idari meclisleri kazanın mülki amiri olan kaymakamın başkanlığında mal müdürü, tahrirat katibi, Kaza Hakimi, Müftü ve ikisi Müslim, ikisi de gayri Müslim ahaliyi temsil eden üyelerden oluşuyordu. Kaza İdare Meclisi, idari davalar, kaza gelir ve giderinin gözden geçirilmesi, miri malların idaresi ve korunması, umuma ve sağlığa ait tedbirlerin alınması, beledi tesislerin yapım ve onarımı, köy yollarının yapım ve bakımı gibi konuları görüşür ve karara bağlardı. 1886-1887 yılı salnamesinde Akşehir Kaza İdari Meclisine Celal ve Bostan Beyler, Müslüman halkın, Vasiliki ve Hacı Karabet Efendiler ise gayri Müslim ahalinin seçilmiş temsilcileri olarak katılmışlardır.
1800’lu yılların ikinci yarısında “Meclis-i Beledi” adıyla Belediye Meclisleri kurulmaya başlandı. Bu meclisler iki yıllığına seçiliyordu. Seçilen üyeler kendi aralarında yaptıkları seçimle Belediye Reislerini seçiyorlardı. 1886 yılı salnamesinde Meclis-i Beledi başlığı altında, Akşehir Belediyesi’nin meclis üyeleri zikredilmiştir. Buna göre belediye meclisi şu üyelerden meydana geliyordu:
Reis: Bostan Bey
Azalar(üyeler): Haydar Efendi, Karabet Efendi, Artin Efendi, Kirkor Efendi, Agiya Efendi ve Kalfa(Mimar): Mığırdıc Efendi”
İşte Bostan Bey bu reisliği sırasında müze olarak kullanılan eski belediye binasının yapılması için Belediye Meclis Üyesi Haydar Bey, Karabet Efendi, Artin Efendi, Kirkor Efendi, Agiye Efendi ile birlikte karar aldırdı.
Bu tarihten sonra ölümüne kadar Bostan Bey hep belediye meclis üyesi olarak seçilmiştir.  Örneğin1896 yılı salnamesinde Daire-i Belediye başlığı altında şu bilgiler bulunmaktadır.
Reis: Abdulraif Efendi
Aza: Bostan Bey, Ahmet Efendi, Hacı İbrahim Ağa, Bostan Efendi, Hacı İsmail Ağa, Hacı Karebet Efendi, Papaysan Hacı Karebet Efendi, Merop Efendi”
  Bostan Bey, belediye yönetimi içerisinde olması nedeniyle belediye binasının yapılmasına yakın ilgi göstermiştir. Ancak yapımın uzun sürmesi nedeniyle Akşehir Belediyesi’nin bu binaya taşınması 1904-1905 yıllarında gerçekleşmiştir.

Bostan Bey olarak meşhur olan Şemseddinzade Mustafa Efendi, 1329 (1911) tarihinde vefat etmiştir. Vefat edinceye kadar belediye meclis üyeliğini sürdürmüştür.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

TURGUTLULARIN AKŞEHİR’DE TİMUR’A BAŞ KALDIRMASI

Osmanlı Devletini 1402 yılında Ankara’da yenen Emir Timur ordusuyla Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaşırken yolu Akşehir’e düştü.  İşte bu sırada Turgut oğulları önderliğindeki Türkmenler, Timur’un ordusuna saldırdılar.
Timur, Ankara Savaşı’ndan sonra Engürü’den(Ankara’dan) hareketle 6 merhalede Sivrihisar’a geçti. Buradan da üç günde Gazi Seyyid’e (Seyidgazi)’ye gidip, Karahisar’dan geçerek Kütahya’ya indi. Yazı burada geçirip etrafı yağma ve istila ettirdi. Bu arada komutanlarına Akşehir, Konya ve Aksaray’ı da zapt ettirdi. Bu şehirleri almak üzere Emirzâde Sultan Hüseyin ve Emir Süleyman Şahı gönderdi. Bu emirlerin komutasındaki ordu Türkmenleri yağmalayarak Akşehir ve Kara-hisar’ı aldılar. Çerkeş Suvçi adlı bir emir Akşehir’de bırakıldı. Akşehir ve çevresi inanılmaz bir yağmaya uğradı. O kadar at, katır, koyun toplandı ki, ordu bunları sürüp götürmekte aciz kaldı. Akşehir sokakları Kara Tatar denilen Moğollardan geçilmez olmuştu. Ailelerini alan Türkmenler dağlara doğru çekildiler. Çakır Balagove komutasındaki kara Tatarlar tarafından Hamid kavmi yağmalandı. Emir Süleyman Şah, bizzat Konya’ya yerleşti.
Timur, bütün bu seferler sırasında esir ettiği Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazid’i yanında götürmüştür.  Beyazid, yolda ülkesinin soyulmasına ve insanların çektiği ıstıraplara gözleriyle tanık oldu. Kurtuluş ümidinin azaldığı sırada Akşehir’e gönderildi ve  Ferruh Şah Mescidi alt kısmına hapsedildi.
Emir Timur, Eğridir’i aldığı sırada  Emir Mehmet Sultanın yanından Mübeşşer oğlu koşup geldi. Şehzadenin hastalığını arz etti. Sahipkıran(Timur) en sevdiği torunu için ağlamaya başladı, derhal Emir Ayan’ı seğirdimle gönderdi.  Timur’un ordu sancağı buradan da yola çıktı. Yıldırım’ın 14 Şaban 805 (9.Mart.1403) Perşembe günü Akşehir’de öldüğü haberi geldi.  Timur, Yıldırım’ın vefat haberini Akşehir yakınlarında (Çay civarı) almıştır. Timur, 17 Recep, 9 Şaban arası 22 gün Eğridir’de kalmış, 5 günde de Çay’a gelmiş demektir. Emir Timur Akşehir hududuna gelmişlerdi ki torunu Emir Mehmet Sultan’ın yanından Dânâ Hoca geldi, hastada sara başladığını haber verdi. Timur, Akşehir’e nazil oldular. Yıldırım’ın cesedi, oğlu Musa Çelebi tarafından Akşehir’deki Mahmud Hayranî türbesinden alınarak Bursa’daki türbesine götürüldü.
Emir Timur, Torununun hastalığını öğrendiği için Akşehir’den bir an önce ayrılmak istiyordu. Ordunun büyük bir kısmını ve ağırlıkları Akşehir’de bıraktı. Ilgın ve Kadınhanı yönünde harekete geçti.  Daha önceden Turgut Türkmenlerinin beyleri Hızır ve İbrahim, itaatten ayrılarak dağa çıkmışlardı. Ilgın-Kadınhanı hattının kuzeyinde bulunan dağlardaki Turgut oğulları Timur’un yanındaki az sayıdaki askerlere saldırdılar ve daha sonra dağlara çekildiler. Buna çok kızan Sahipkıran(Timur)  askerlerini bu dağın eteğine gönderdi. Yakalanan Turgutlular öldürüldü, kadın ve çocukları esir edildi.
 Emir Timur, Türkleri, asırlarca unutamayacakları acılara gark etti. Sonunda Anadolu insanının, gaddar, acımasız adamlar için kullandığı “Temur adam” sözünü miras bırakarak, Anadolu’dan çekilip gitti. En büyük iyiliği bütün Kara Tatarları toplayıp beraber götürmesiyle ıssızlaşan Akşehir ovalarına Türklerin yerleşmesini sağlamıştır.
Kaynaklar:
Nizâmeddin-i Şâmî (1987): Zafernâme, Çev. Necati Lugal, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu-Ankara
Şerefeddin-i Yezdî (Eylül 937): Zafernâme, Çev. H. Fehmi Turgal, Halkevi Dergisi, Sayı: 13-Konya
Şerefüddin Ali Yezdî (2013): Emîr Timur (Zafernâme), Çev. D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları-İstanbul
Teşner (Taeschner), Franz (1923): Osmanlı Kay. Göre Anadolu Yol Ağı,
N. Epçeli-B. Kül. Sanat-İstanbul Timur’un Günlüğü (2010): Yay. Haz.: Kutlukhan Şakirov-Adnan Aslan, 3. Baskı, İnsan Yayınları-İstanbul
Mehmed Neşri (1987): Kitâb-ı Cihan-nümâ (Neşrî Tarihi), Haz. F. Reşit Unat-M.Altay Köymen, C.I.II, TTK Yayınları-Ankara


13 Ağustos 2015 Perşembe

TEKKE BOĞAZINA BAKARAK HAVA TAHMİN İNANCI NEREDEN GELİYOR?


19. yüzyılın sonunda  Akşehir’i ziyaret eden Macar Türkolog İgnacz Kunoş[1], Akşehir’den derlediği “Dağların Cini” adlı bir fıkra bugün bile hemen herkesin bildiği bir inancın kökenlerini ortaya koymaktadır.
Günümüzde Akşehir’de  karşılaştığınız herhangi bir kişiye yarın havaların nasıl olacağını sorduğunuzda hemen başını Sultandağları’na çevirip Tekke Boğazı mevkiine bakar ve oradaki görünüşe göre size gelecek günler için bir hava tahmininde bulunabilir. Bu şekilde tahmin etmenin inancı bilinenden çok daha eskiymiş.
1885 Yılında ülkemizi ziyaret edip Anadolu’yu dolaşarak yüzlerce derleme yapan  Macar yazar ve Türkolog İgnacz Kunoş, Die Spâsse adlı eserinin 270-271 sayfalarında Akşehir’den derlediği bu fıkrayı yayınladı. Ayrıca Yunanlı yazar Joachim Valavani’nin Mikrasiatika, Atina 1891 adıyla yayınlanan eserinin 143-144’üncü sayfalarında O Nasreddin Khôtzas isimli makalesinde de bu fıkra görülmüştür. Yine  bu fıkra önemsiz bir İstanbul gazetesinde de yayınlanmıştır.
Öyküye göre Akşehir halkına küsen Nasreddin Hoca bir halıya binerek, bir dağın üstüne, rüzgar ve yağmurlara göğüs gererek  yerleşir ve herkesten uzaklaşır. VALAVANİ, bu masalı bize bölge insanlarından duyarak naklettiğini söylüyor ve bu kişilerin bugünde havaların nasıl olacağını söz konusu dağa bakarak tahmin ettiklerini söylüyor; Onlar için Nasreddin Hoca’nın sığındığı bu dağ gerçek bir barometredir.
Musa peygamber’in İncil’de anlatılan öyküsü ile benzerliği bir tarafa bırakılırsa; bu öykü ile dağların tanrı sayılması fikri daha doğrusu Hind-Avrupa kavimleri ve Mezopotamyalılarca çok iyi tanınan fırtına tanrıçası Hitit ilahesi Arinna arasında bir paralellik kurulabilir. Bu arada Akşehir’in eskiden Hitit devletinin merkezi bölgesinde bulunduğunu da unutmamak gerekir.
M. Sabri Koza göre, Nasreddin Hoca  fıkra  külliyatı  Anadolu ve Yakındoğu’nun eski dini inançlarıyla irtibatlandırılabilecek  bazı öğeler içermektedir.

Kaynak: Koz, Sabri (2005) Nasreddin Hoca Kitabı , İstanbul: Kitabevi yayınları sayfa 184-185



[1] İgnacz Kunoş Kimdir?1862 yılında doğdu Macar yazar ve Türkolog Kunoş, Türk halk bilimi üzerine yaptığı bir dizi çalışma ile tanındı 1885 yılında ülkemizi ziyaret ederek Anadolu'yu dolaştı ve derlemeler yaptı Derlediği yüzlerce atasözü, hikaye, masal, şarkı, türkü, bilmece ve maniyi İki cilt halinde yayınladı Kunoş, Türk halk edebiyatımızın Batı ülkelerine tanıtılmasında öncü oldu 1945 yılında vefat etti
Eserleri:Türk Halk Edebiyatı, Türk Halk şarkıları, Türk Dili, Adakale Masalları adlı eserleri Batı ülkelerinde basıldı Türkçe'ye de kazandırılan bu eserlerden Türk Masalları, İki cilt halinde basıldı

25 Haziran 2015 Perşembe

FATİH’İN HOCASININ TORUNU AKŞEHİR MEZARLIĞINDA



Fatih’in hocası olan Molla Hüsrev’in torunu Mustafa Efendi, 1591 yılında Akşehir’de ölünce Nasreddin Hoca Mezarlığına defnedildi.
Osmanlı bilgini ve müftüsü olan Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmet’e şehzadeliği zamanında ders vermiş ve1460 yılında Fatih tarafından Şeyhülislamlık makamına atanmıştı. Osmanlı’nın büyük bilginlerinden biri olarak kabul edilen Molla Hüsrev’in Celaleddin adında bir oğlu vardı.
İşte Hüsrevzade lâkabıyla meşhur olan Mustafa Efendi, bu Celaleddin’in oğludur. Mustafa Efendi tarihi kaynaklara göre; 1501 yılında doğmuştur. Devrin en ünlü hocalarından iyi bir eğitim almıştı. Evvelce saçlı Emir Efendiden istifade ettikten sonra  Mevlâna Ebu's-Suûd'dan tahsilini ikmal etmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’da ve Bursa’da çeşitli medreselerde müderrislik olarak çalıştı.. Daha sonra kadılığa terfi eden Mustafa Efendi, uzun yıllar çeşitli merkezlerde kadılık ve müderrislik yaptı. Son olarak şu an Lübnan topraklarında olan Trablusşam’da  kadılık yaparken yaşının ilerlemesi nedeniyle görevinden azledildi. Bu şehirden İstanbul’a dönerken 1591 yılında Akşehir’deyken vefat etti.  90 yaşında ölen Mustafa Efendi, Akşehir Nasreddin Hoca Mezarlığına defnedildi. Şakayık Zeyli’ni yazan Atai eserinde bu konuya yer verirken, İhtilafci Mehmet Ziya “Bursa’dan Konya’ya Seyahat” adlı eserinde Akşehir’deyken Nasreddin Hoca Mezarlığı’nda Mustafa Efendi’nin mezarını ziyaret ettiğini belirtir.  Ancak (Güldeste-yi Riyaz-i irfan) ile (Riyazi tezkiresi) nde de Bursa’da dedesi Molla Hüsrev’in yanında medfun olduğu yazılmıştı. Büyük bir olasılıkla Bursa’daki mezar bir makamdır.
Kadı müderris Hüsrevzade Mustafa Efendi’nin yazılı bir çok eseri vardır. Bunlardan birisi (Galatatü'l-Avam) yani Halk’ın Hataları”dır. Bu eserde kelimelerin asıllarına bakılmayarak telâffuz suretlerine göre yazılması gibi hataları göstermekte olup, İsmi olan «Galatât» kelimesi «galimatias» şeklinde birçok Avrupa lisanlarına geçmiştir.
Hüsrevzâde, Kutbeddîn-i Mekkî'nin. (El Berku'l-Yemanî Fi'l-Fethi'l-Osmani) ismindeki Yemen Tarihi’ni Türkçe^ye tercüme etmiştir. Kutbeddin, Yemen’in fethini anlattığı bu eserini, Yemen Fatihi diye meşhur Sinan Paşa’ya (öl. 1004-1596) takdim etmiştir.
Bir diğer eseri ise (Tuhfetü'l-Mülûk)ü tercümesidir. Maneviyat yolcuları anlamına gelen Tuhfetü'l-Mülûk  Hanefi fıkhına ait bir eserdir.
Hüsrevzade Mustafa Efendi, yazarlığın yanı sıra iyi bir şairdir. Türkçe şiirleri de vardır.  Bu cümleden olarak:
“Garezim mülki beka idi ademi rahımdan
Uğrayıp şehri vücuda oyalandım kaldım “
şeklinde şiirleri vardır.
Böyle büyük bir bilgin ve şairin Akşehir topraklarında olması o memleketi şereflendirir.


8 Haziran 2015 Pazartesi

AKŞEHİRLİ BÜYÜK DİVAN ŞAİRİ: EZHERİ

İlk divan şairlerinden biri olan Ezheri, Akşehir’de doğmuş ve burada yaşamıştır. Şair Enveri ve Şeyhi ile çağdaştır.
Osmanlı Devleti’nin Çelebi Mehmet (1414-1421) ve II. Murat (1421-1451) devirlerinde Akşehir’de yaşayan Ezheri’inin asıl adı Nûreddîn’dir. Hakkında bilgi veren kaynaklar az olmamakla birlikte, bunların birbirinin tekrarı olması sebebiyle hayatına ilişkin bilgilerimiz sınırlıdır. Kimi kaynaklara göre babası, kimilerine göre kendisi bahçıvandır. Mesleğiyle ilgisinden dolayı Ezherî mahlasını seçmiştir.  Kaynaklar,  molla olan Ezherî’nin derviş yaradılışlı, zarif, dindar ve kâmil bir kimse olduğunu belirtmektedir.
Ezherî’nin yazılı bir eseri olup olmadığına dair elimizde herhangi bir bilgi yoktur. Sadece nazire mecmualarında az sayıda da olsa kimi şiirlerine rastlanmaktadır. Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmi’u’n-Nezâ’ir  ve Edirneli Nazmî’nin Mecma’u’n-Nezâ’ir’inde birer, Pervâne Bey Mecmû’ası’nda ise dört şiiri tespit edilmiştir. Kimi kaynaklar Ezherî’nin şiirlerini “zarîf” olarak nitelemekte fakat anlam ve derinlik hususunda yetersiz, ama sanat yapma ve parlaklık bakımından üstün bulduğunu belirtmektedir.
Gelibolulu Mustafa Âlî (1541-1600) tarafından yazılan Künhü’l-Ahbâr isimli eserde Akşehirli Ezheri şöyle anlatılmaktadır:
“Akşehir gibi meyve memleketinde büyümüş ve bağ ve meyve tabiatı ile Ezherinin hayal rengi oluşmuştu. Eski şairlerdendir ve Enveri ve Şeyhi ile aynı asırda yaşayan edebiyatçılardandır. İsmi Nureddin olmasına rağmen Ezheri mahlasını kullanmış, Bağbanzade (Bağ bakıcısı) olarak şöhret bulmuş, Şah-Sarı kalemi marifetiyle çiçekten yaprak ve meyve oluşturarak ileri çıkmış bir adamdır. Özellikle ilminin hikmeti olan turfanda meyveler mutlu olmasını sağlamış olup başta dil olmak üzere nazımla nasibine düşen gönül meyvelerini vermiş bir şairdir. Sonuç olarak süslü anlatış biçimi ve söz söyleme derinliğindeki hoşluk-güzel şiirlere erişmiş bir başka değerdir. Zamanında bilgili insanlara değer verilmediğini cahil insanlara rağbet edildiğini söyleyen beyitler ona aittir.
Şiir:
Müdd ile sīmi merd·i nā-dānuñ
Dānesi yoḳ elinde dānānuñ
(İki avuç dolusu gümüş cahil adamın
Bir tanesi yoktur elinde bilgili adamın)
Nazm(tertip)
“Būriyāya ṣarılup ṣaḥrāda ditrer ney-şeker
Gel piyāzı gör ki ḳat ḳat arḳasında cāmesi”
(Şeker kamışı  hasıra sarılıp çölde titrer
Gel gör soğan gibi kat kat giyiyorsun evde  bol elbiseni)
Fakat,  son kıtada “Gel piyāzı gör ki ḳat ḳat-cāme·i rengīn giyer” demiş olsa idi kafiyelerin uyumu daha güzel olurdu. Ayrıca mana ve ahenk itibarıyla kusursuz olması gibi bir durum oluşurdu.”
Abdulgaffar b. Hasan Kırımi tarafından 1747 yılında yazılan “Umdetü’l-Ahbar” isimli eserde ise Ezheri şu şekilde yer bulmuştur:
“Ezheri, bunlar Akşehir dedikleri çok temiz kasabadandır ve bağı ve bostanı çok olan güzellikleri çoğaltan bir yerden olup bağ terbiyesinde yetkili idi ve dil zamirlerinde gün be gün açan çiçek kabul edilmiş ve Mevlana Enveri ve Şeyhi ile aynı asırda yaşayan şairlerdendir ve zamanına göre kalbe ferahlık veren şiirler yazan ve vaktinde parmakla gösterilen şairlerden olduğu  için en iyi şair olarak okunur ve dinlenirmiş.
İşte bu beyt onundur:
Beyt: Müdd-ile sìmi merd-i nā-dānuñ
Dāsı yoķdur elinde dānānuñ
(İki avuç dolusu gümüş cahil adamın
Bir tanesi yoktur elinde bilgili adamın)
Diğeri ise
Būriyāya ŝarılup ŝaģrāda ditrer ney-şeker
Gel piyāzı gör ki ķat ķat arķasında cāmesi
 (Şeker kamışı hasıra sarılıp çölde titrer
Gel gör soğan gibi kat kat giyiyorsun evde  bol elbiseni)
İşte bu mısra eğer ““Gül piyāzı gör ki ķat ķat cāme-i rengìn giyer” diye söyleseydi daha münasip olur diyen bazı edebiyatçılar söz söylemişlerdir”
Şiirlerinden de anlaşılacağı üzere Ezheri, Arapça ve Farsça bilen okumuş bilgin bir insandır.

3 Haziran 2015 Çarşamba

AKŞEHİR USULÜ TİRİT VE “DİLSİZ OYUNU” KİMLERDEN KALDI?

Akşehir'e Türkler egemen olunca Türklerle birlikte bazı Acemler yani İranlı aileler Akşehir'e göç edip yerleştiler. Türkçe bilmeyen bu ailelere Akşehirliler tatlar yani dilsizler demekteydi. İşte bu ailelerin bulunduğu mahalle Tatlar Mahallesi idi.
Hazar Denizi kıyısında, İran Azerbaycan’ı sınırında yaşayan, İran soyundan olan Tatlar, genellikle aşçılık işleri ile uğraşıyorlardı. 1200’lu yılların başında Akşehir’e yerleşen Tatlar, Akşehir’in çeşitli semtlerine aşevleri açtılar.  Özel yemekleri ise tirit idi. Akşehir usulü tirit şöyle yapılıyordu;
“Tirit yapmak için et kullanılırken Akşehir’de daha çoğunlukla kuzu kellesi ve paçalar kullanılmaktaydı. Kuzu kellesi tencereye konur, içine kuru soğan konur. Bol su ilave edilir. Ağır ateşte 4 saat kaynatılırdı veya akşamları etli ekmek fırınlarına verilir ve sabahları alınırdı. Akşehir tipi köy somunu küçük küpler şeklinde doğranır ve baharatla tatlandırılır. Üzerine biraz kelle suyu verilir. Ayıklanan kelle ve paça etleri üzerine konur. Tereyağında kavrulan biber salçası etlerin üzerine dökülür. Kenarına sarımsaklı yoğurt konur. Taze nane ile servise sunulurdu.”
Yemekleri ile Akşehir mutfak kültürüne katkı koyan Tatlar, Selçuklu zamanında Kale içerisinde Ulu Camiden yaklaşık 500 metre yukarıya yerleşmişler ve bir mahalle kurmuşlardı Bu mahalleye bir de mescit yaptırmışlardı. Ancak bu mescit günümüze kadar ulaşamamıştır.  Sadece 1476 yılındaki vakıf kayıtlarında:
Tatlar Mahallesi Mescidi Vakfı
Bezzazistan ve Pazardaki dükkânların arazisi
Sarının elindeki bağ
Hacı Yunis’in bahçesi
Ev arazisi
Çukur değirmenden 10 Sehimden biri
Demirci Hacının bahçesi
Pazarda dükkân
Tura Paşa ve Bey Tatar evi
Davud ağa evi
Ev arazisi” şeklinde kayıt vardır ve bu kayıta göre vakfın 334 akçe geliri mevcuttu. Ancak sonraki kayıtlarda mescide rastlanmıyor. Anlaşılan bu tarihten sonra Tatlar Mahallesi Mescidi harap olmuştur.
Kayıtlarda mescidin kayıp olması gibi küçük Tatlar Mahallesi de zaman içerisinde diğer mahallelere karışıp kayıp oldu. Ancak Tatlar ismi zamanla “Dilsizler” lakabına dönüştü (Gerçekten de bu ailelerin bazı üyelerinin dilsiz olduğu rivayet edilir).
Osmanlı Devrinde sefer zamanları sipahileri savaşa gönderirken Dilsizler(Tatlar) Akşehir’de geceleri fener alayı gibi bir tören düzenlerlerdi.  Bu tören sonraki yıllarda sıra yarenlerin oynadığı “Dilsiz oyunu” şekline dönüşmüştür.
“Törende savaşa gidecek kişi Efedir. Efenin elinde kılıç, belinde silah ve başında kalpak vardır. Askere götüren ise Yiğitbaşı’dır. Yiğitbaşı için bir at bulunur ve süslenir, yiğitbaşı  Askeri üniforma üzeride dürbün, arkasında silah, ayağında çizme, elinde kılıçlı olarak ata biner. Törendeki herkes yiğitbaşına uymak zorundadır. Düzeni sağlayan ise sıranın çavuşudur. Şehitlik için kefeni temsilen törendekiler beyaz elbise giyerler. Sefere gidenini iki yanında kadın kıyafeti giyen iki kişi ona eşlik eder.  Meşale şeklinde çıralar yakılır ve yola çıkılır. Ara sıra mola verip oyunlar oynanırdı.”
Akşehir halk kültürüne “Dilsiz Oyunu” olarak geçen bu tören sıra yarenler tarafından aslına yakın bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Hatta Türklere oranla daha esmer olan Tatlar’a benzemek için yarenler siyaha boyanmaktadır.

17 Nisan 2015 Cuma

ROMALI FİLOZOF CİCERO’UN AKŞEHİR YOLCULUĞU


Ro­ma­lı dev­let ada­mı… Ede­bi­yat­çı… Hu­kuk­çu… Akıl­cı… Ah­lak­çı… Fi­lo­zof… Cumhuriyet savunucusu Cicero, Anadolu’ya vali olarak gelirken yolu Akşehir’e (Philomelion) düşmüştü.
Milattan önce (M.Ö. 106) yılında Arpinumlu zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ‘Marcus Tullius Cicero’, yaşamı boyunca cumhuriyetçi ilkeler uğruna savaşmış ünlü Romalı devlet adamı, söylev ustası, avukat, edebiyatçı ve düşünürdür. Rodoslu Molon’un söylev sanatına ilişkin verdiği dersleri izleme olanağı bulan Cicero, M.Ö. 79’da üç yıl için gittiği Atina’da Ascalonlu Antiochos’un ve rhetor Demetrios’un derslerine katıldı. İyi bir eğitim alarak kendini yetiştiren Cicero’nun siyasal yaşamı planladığı gibi yürümedi. Başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları birbirini izledi. İnişli çıkışlı bir siyasi yaşamında M.Ö. 56 yılında Pompeius, Caesar ve Crassus’un kurduğu yeni birliğe, önceleri tamamen karşı çıkmasına rağmen katıldı. Ancak inanmadığı düşünceleri fazla savunmak istemedi ve bütün kamu görevlerini terk etti. M.Ö. 51 yılında, Roma’dan uzaklaşmak için, Anadolu’nun Kilikya eyaletine bir yıl süreyle vali olarak atanmayı kabul etti.
Roma cumhuriyeti son yıllarında,  Anadolu’nun güney şehirlerinden bir birlik oluşturarak başkenti Laodikya (Laodicee)'da olan Kilikya eyaleti yönetimine verilmişti. Cicero, Asya'ya ümitle gelmişti. Ancak bu saha gerçekten yüzyıldan beri hiç gelişme gösterememişti. Bütün ümitleri kırılmıştı. Düşündüğü tek şey, Asya'da bir yıldan çok kalmamak olmuştur.

Anadolu’ya gelen Cicero, Efes'te yalnız bir gün kaldıktan sonra, 22 Temmuzda yoluna devam ederek Aydın {Tralles)' e gelmişti, yollardaki tozdan ve sıcaktan şikâyetçiydi.  31 Temmuzda da Denizli yakınlarındaki Başkent Laodikya (Laodicee)'ya ulaşmıştı. Karşılanmasında yapılan gösterilerden ve gösterilen saygıdan hiç etkilenmeyen Cicero, oraya varışının ilk gününde şöyle yazmıştır:
"Yaptığım mesleğimden, şu anda ne kadar bezgin olduğumu, tam olarak bilemezsiniz; benim için Laodicee'nin işleri hakkında hüküm vermek ve bu gurbette iki lejyonluk bir orduya kumanda etmek de güzel bir şereftir. Ben burada hiç rahat değilim; bir yıla kadar buradan çıkmama bir yol bulunuz."
Cicero, özellikle şehirlerin acınacak durumlarından etkilenmiştir; bunların istenen vergileri vermeye güçlerinin yetmediğini de milletvekilleri açıkça söylüyorlardı. Birçok adam mallarını satıyordu. Ciceron'un dediği gibi, zavallı şehirlerin, hakkıyla şikâyet edecek şeyleri vardı. Julia kanunu, vali ile emri altında olanlara, gerekli olan yiyecek ve hayvan yemini halktan ücretsiz ve peşin alma hakkını veriyordu. Cicero, bu yetkiden hiç yararlanmayarak odununa kadar parayla aldı. Bazen halka misafir olmayı kabul ederse de çoğunlukla kendi çadırında yatardı.
Yolculuğunu Anadolu'nun iç kısımlarına doğru uzatan Cicero, Şuhut (Synnada)'da üç gün kaldı;  Cicero’nun arkadaşına yazdığı mektubunda bu coğrafyayı ayrıntı veremeyecek kadar bilgisinin kıt; hatta ülkeyi çok az tanıdığı görülüyor.
 Şuhut’tan Akşehir (Philomelium)' e geçmek üzere yola koyuldu. Milattan Önce 51 yılı Ağustos ayı içerisinde Cicero,  Akşehir (Philomelium)’e ulaştı. Bu devirlerde Philomelion (Akşehir), Kilikya eyaletinin bir bölümüydü. Milattan önceki yüzyıllarda bu şehirden, büyük dağ yolu üzerindeki bir durak yeri olarak bahsedilir.
Akşehir’den yola çıkarak Konya (İconium) şehrine ve 31 Ağustos tarihinde buradan Kilikya'ya dönmek üzere Kapadokya'ya uğradı. Toros'un eteğinde, Kapadokya şehri olan Ereğli (Cybistra)'da durdu; Düşmanlarına karşı Kapadokya'yı savunmak için karargâhını burada kurdu. Bu şehirde on beş gün kaldı. Ordusuyla Toros'lara doğru ilerledi, düşmanlarını ezdi. O devirde Akşehir’in içinde bulunduğu Kilikya eyaleti bile Cicero’ya itaatkâr görünmüyordu. Cicero, bu üzüntü veren durumu görmekle beraber, yine o zayıf birliklerine gerçekten ehil bir kumandan olduğunu gösterdi. İsyancıları yönetimi altına aldı; kalelerini yaktı, yıktı.  Aslında, Cicero, ne hangi şehri aldığını, ne de hangi halkla savaştığını fazla biliyordu; şehrin adını saptırır, yendiği halkın adını bilmezdi.
            Bu yörelerde kaba ve yırtıcı insanlar kendilerini ne pahasına olursa olsun savunmaya hazırdı. Sürekli olarak silahlı idiler. Bunları yenen Cicero,  pek çok ganimet elde etti. Atlar dışında, ganimeti orduya bıraktı. 21 Aralıkta esirleri sattırdı, Cicero, ertesi yılın ortasına kadar Asya'da kalır, sadece hükümetinin işleri ile ilgilenir.
Üstlendiği kamu görevlerinde adil davranışları ve dürüstlüğüyle halkın sevgisini kazanan Cicero, aldığı söylev sanatı eğitimini iyiyi ve haklıyı savunmakta kullanırken haksızlık edenleri gözünü kırpmaksızın, üstelik olayla ilgili ayrıntıları abartarak ve söz oyunlarına başvurarak, mahkûm etmek için kullanmaktan hiç kaçınmamıştır. 
Cicero’nun günümüze ulaşan pek çok güzel sözleri vardır. İşte bunlardan birkaç tanesi:
·         Bir yerde yaşam varsa orada umut da vardır.
·         Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur.
·         En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.
·         Geçmiş geçmişte kalmıştır, biz işimize bakalım!
·         Hayat yokuşunu tırmanırken rastladığınız insanlara iyi davranın; inişte yine onlara rastlayacaksınız çünkü.
·         Her canlı yalnız kendini sever.
·         Her şeyin başlangıcı küçüktür.
·         Herkes hata işleyebilir, yalnız ahmaklar hatalarında ısrar eder.
·         Malını kaybeden bir şeyini kaybeder, namusunu kaybeden birçok şeyini kaybeder, cesaretini kaybeden her şeyini kaybeder.
·         Sahip olduğundan fazlasını istemeyen insan zengindir.
·         Yarınlar yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terk edebilen gayretli insanlara aittir
·         Roma neden yıkıldı?" sorusuna Cicero’nun cevabı: Çok ve güzel konuştuk, fakat bilgisizdik!