25 Haziran 2015 Perşembe

FATİH’İN HOCASININ TORUNU AKŞEHİR MEZARLIĞINDA



Fatih’in hocası olan Molla Hüsrev’in torunu Mustafa Efendi, 1591 yılında Akşehir’de ölünce Nasreddin Hoca Mezarlığına defnedildi.
Osmanlı bilgini ve müftüsü olan Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmet’e şehzadeliği zamanında ders vermiş ve1460 yılında Fatih tarafından Şeyhülislamlık makamına atanmıştı. Osmanlı’nın büyük bilginlerinden biri olarak kabul edilen Molla Hüsrev’in Celaleddin adında bir oğlu vardı.
İşte Hüsrevzade lâkabıyla meşhur olan Mustafa Efendi, bu Celaleddin’in oğludur. Mustafa Efendi tarihi kaynaklara göre; 1501 yılında doğmuştur. Devrin en ünlü hocalarından iyi bir eğitim almıştı. Evvelce saçlı Emir Efendiden istifade ettikten sonra  Mevlâna Ebu's-Suûd'dan tahsilini ikmal etmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’da ve Bursa’da çeşitli medreselerde müderrislik olarak çalıştı.. Daha sonra kadılığa terfi eden Mustafa Efendi, uzun yıllar çeşitli merkezlerde kadılık ve müderrislik yaptı. Son olarak şu an Lübnan topraklarında olan Trablusşam’da  kadılık yaparken yaşının ilerlemesi nedeniyle görevinden azledildi. Bu şehirden İstanbul’a dönerken 1591 yılında Akşehir’deyken vefat etti.  90 yaşında ölen Mustafa Efendi, Akşehir Nasreddin Hoca Mezarlığına defnedildi. Şakayık Zeyli’ni yazan Atai eserinde bu konuya yer verirken, İhtilafci Mehmet Ziya “Bursa’dan Konya’ya Seyahat” adlı eserinde Akşehir’deyken Nasreddin Hoca Mezarlığı’nda Mustafa Efendi’nin mezarını ziyaret ettiğini belirtir.  Ancak (Güldeste-yi Riyaz-i irfan) ile (Riyazi tezkiresi) nde de Bursa’da dedesi Molla Hüsrev’in yanında medfun olduğu yazılmıştı. Büyük bir olasılıkla Bursa’daki mezar bir makamdır.
Kadı müderris Hüsrevzade Mustafa Efendi’nin yazılı bir çok eseri vardır. Bunlardan birisi (Galatatü'l-Avam) yani Halk’ın Hataları”dır. Bu eserde kelimelerin asıllarına bakılmayarak telâffuz suretlerine göre yazılması gibi hataları göstermekte olup, İsmi olan «Galatât» kelimesi «galimatias» şeklinde birçok Avrupa lisanlarına geçmiştir.
Hüsrevzâde, Kutbeddîn-i Mekkî'nin. (El Berku'l-Yemanî Fi'l-Fethi'l-Osmani) ismindeki Yemen Tarihi’ni Türkçe^ye tercüme etmiştir. Kutbeddin, Yemen’in fethini anlattığı bu eserini, Yemen Fatihi diye meşhur Sinan Paşa’ya (öl. 1004-1596) takdim etmiştir.
Bir diğer eseri ise (Tuhfetü'l-Mülûk)ü tercümesidir. Maneviyat yolcuları anlamına gelen Tuhfetü'l-Mülûk  Hanefi fıkhına ait bir eserdir.
Hüsrevzade Mustafa Efendi, yazarlığın yanı sıra iyi bir şairdir. Türkçe şiirleri de vardır.  Bu cümleden olarak:
“Garezim mülki beka idi ademi rahımdan
Uğrayıp şehri vücuda oyalandım kaldım “
şeklinde şiirleri vardır.
Böyle büyük bir bilgin ve şairin Akşehir topraklarında olması o memleketi şereflendirir.


8 Haziran 2015 Pazartesi

AKŞEHİRLİ BÜYÜK DİVAN ŞAİRİ: EZHERİ

İlk divan şairlerinden biri olan Ezheri, Akşehir’de doğmuş ve burada yaşamıştır. Şair Enveri ve Şeyhi ile çağdaştır.
Osmanlı Devleti’nin Çelebi Mehmet (1414-1421) ve II. Murat (1421-1451) devirlerinde Akşehir’de yaşayan Ezheri’inin asıl adı Nûreddîn’dir. Hakkında bilgi veren kaynaklar az olmamakla birlikte, bunların birbirinin tekrarı olması sebebiyle hayatına ilişkin bilgilerimiz sınırlıdır. Kimi kaynaklara göre babası, kimilerine göre kendisi bahçıvandır. Mesleğiyle ilgisinden dolayı Ezherî mahlasını seçmiştir.  Kaynaklar,  molla olan Ezherî’nin derviş yaradılışlı, zarif, dindar ve kâmil bir kimse olduğunu belirtmektedir.
Ezherî’nin yazılı bir eseri olup olmadığına dair elimizde herhangi bir bilgi yoktur. Sadece nazire mecmualarında az sayıda da olsa kimi şiirlerine rastlanmaktadır. Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmi’u’n-Nezâ’ir  ve Edirneli Nazmî’nin Mecma’u’n-Nezâ’ir’inde birer, Pervâne Bey Mecmû’ası’nda ise dört şiiri tespit edilmiştir. Kimi kaynaklar Ezherî’nin şiirlerini “zarîf” olarak nitelemekte fakat anlam ve derinlik hususunda yetersiz, ama sanat yapma ve parlaklık bakımından üstün bulduğunu belirtmektedir.
Gelibolulu Mustafa Âlî (1541-1600) tarafından yazılan Künhü’l-Ahbâr isimli eserde Akşehirli Ezheri şöyle anlatılmaktadır:
“Akşehir gibi meyve memleketinde büyümüş ve bağ ve meyve tabiatı ile Ezherinin hayal rengi oluşmuştu. Eski şairlerdendir ve Enveri ve Şeyhi ile aynı asırda yaşayan edebiyatçılardandır. İsmi Nureddin olmasına rağmen Ezheri mahlasını kullanmış, Bağbanzade (Bağ bakıcısı) olarak şöhret bulmuş, Şah-Sarı kalemi marifetiyle çiçekten yaprak ve meyve oluşturarak ileri çıkmış bir adamdır. Özellikle ilminin hikmeti olan turfanda meyveler mutlu olmasını sağlamış olup başta dil olmak üzere nazımla nasibine düşen gönül meyvelerini vermiş bir şairdir. Sonuç olarak süslü anlatış biçimi ve söz söyleme derinliğindeki hoşluk-güzel şiirlere erişmiş bir başka değerdir. Zamanında bilgili insanlara değer verilmediğini cahil insanlara rağbet edildiğini söyleyen beyitler ona aittir.
Şiir:
Müdd ile sīmi merd·i nā-dānuñ
Dānesi yoḳ elinde dānānuñ
(İki avuç dolusu gümüş cahil adamın
Bir tanesi yoktur elinde bilgili adamın)
Nazm(tertip)
“Būriyāya ṣarılup ṣaḥrāda ditrer ney-şeker
Gel piyāzı gör ki ḳat ḳat arḳasında cāmesi”
(Şeker kamışı  hasıra sarılıp çölde titrer
Gel gör soğan gibi kat kat giyiyorsun evde  bol elbiseni)
Fakat,  son kıtada “Gel piyāzı gör ki ḳat ḳat-cāme·i rengīn giyer” demiş olsa idi kafiyelerin uyumu daha güzel olurdu. Ayrıca mana ve ahenk itibarıyla kusursuz olması gibi bir durum oluşurdu.”
Abdulgaffar b. Hasan Kırımi tarafından 1747 yılında yazılan “Umdetü’l-Ahbar” isimli eserde ise Ezheri şu şekilde yer bulmuştur:
“Ezheri, bunlar Akşehir dedikleri çok temiz kasabadandır ve bağı ve bostanı çok olan güzellikleri çoğaltan bir yerden olup bağ terbiyesinde yetkili idi ve dil zamirlerinde gün be gün açan çiçek kabul edilmiş ve Mevlana Enveri ve Şeyhi ile aynı asırda yaşayan şairlerdendir ve zamanına göre kalbe ferahlık veren şiirler yazan ve vaktinde parmakla gösterilen şairlerden olduğu  için en iyi şair olarak okunur ve dinlenirmiş.
İşte bu beyt onundur:
Beyt: Müdd-ile sìmi merd-i nā-dānuñ
Dāsı yoķdur elinde dānānuñ
(İki avuç dolusu gümüş cahil adamın
Bir tanesi yoktur elinde bilgili adamın)
Diğeri ise
Būriyāya ŝarılup ŝaģrāda ditrer ney-şeker
Gel piyāzı gör ki ķat ķat arķasında cāmesi
 (Şeker kamışı hasıra sarılıp çölde titrer
Gel gör soğan gibi kat kat giyiyorsun evde  bol elbiseni)
İşte bu mısra eğer ““Gül piyāzı gör ki ķat ķat cāme-i rengìn giyer” diye söyleseydi daha münasip olur diyen bazı edebiyatçılar söz söylemişlerdir”
Şiirlerinden de anlaşılacağı üzere Ezheri, Arapça ve Farsça bilen okumuş bilgin bir insandır.

3 Haziran 2015 Çarşamba

AKŞEHİR USULÜ TİRİT VE “DİLSİZ OYUNU” KİMLERDEN KALDI?

Akşehir'e Türkler egemen olunca Türklerle birlikte bazı Acemler yani İranlı aileler Akşehir'e göç edip yerleştiler. Türkçe bilmeyen bu ailelere Akşehirliler tatlar yani dilsizler demekteydi. İşte bu ailelerin bulunduğu mahalle Tatlar Mahallesi idi.
Hazar Denizi kıyısında, İran Azerbaycan’ı sınırında yaşayan, İran soyundan olan Tatlar, genellikle aşçılık işleri ile uğraşıyorlardı. 1200’lu yılların başında Akşehir’e yerleşen Tatlar, Akşehir’in çeşitli semtlerine aşevleri açtılar.  Özel yemekleri ise tirit idi. Akşehir usulü tirit şöyle yapılıyordu;
“Tirit yapmak için et kullanılırken Akşehir’de daha çoğunlukla kuzu kellesi ve paçalar kullanılmaktaydı. Kuzu kellesi tencereye konur, içine kuru soğan konur. Bol su ilave edilir. Ağır ateşte 4 saat kaynatılırdı veya akşamları etli ekmek fırınlarına verilir ve sabahları alınırdı. Akşehir tipi köy somunu küçük küpler şeklinde doğranır ve baharatla tatlandırılır. Üzerine biraz kelle suyu verilir. Ayıklanan kelle ve paça etleri üzerine konur. Tereyağında kavrulan biber salçası etlerin üzerine dökülür. Kenarına sarımsaklı yoğurt konur. Taze nane ile servise sunulurdu.”
Yemekleri ile Akşehir mutfak kültürüne katkı koyan Tatlar, Selçuklu zamanında Kale içerisinde Ulu Camiden yaklaşık 500 metre yukarıya yerleşmişler ve bir mahalle kurmuşlardı Bu mahalleye bir de mescit yaptırmışlardı. Ancak bu mescit günümüze kadar ulaşamamıştır.  Sadece 1476 yılındaki vakıf kayıtlarında:
Tatlar Mahallesi Mescidi Vakfı
Bezzazistan ve Pazardaki dükkânların arazisi
Sarının elindeki bağ
Hacı Yunis’in bahçesi
Ev arazisi
Çukur değirmenden 10 Sehimden biri
Demirci Hacının bahçesi
Pazarda dükkân
Tura Paşa ve Bey Tatar evi
Davud ağa evi
Ev arazisi” şeklinde kayıt vardır ve bu kayıta göre vakfın 334 akçe geliri mevcuttu. Ancak sonraki kayıtlarda mescide rastlanmıyor. Anlaşılan bu tarihten sonra Tatlar Mahallesi Mescidi harap olmuştur.
Kayıtlarda mescidin kayıp olması gibi küçük Tatlar Mahallesi de zaman içerisinde diğer mahallelere karışıp kayıp oldu. Ancak Tatlar ismi zamanla “Dilsizler” lakabına dönüştü (Gerçekten de bu ailelerin bazı üyelerinin dilsiz olduğu rivayet edilir).
Osmanlı Devrinde sefer zamanları sipahileri savaşa gönderirken Dilsizler(Tatlar) Akşehir’de geceleri fener alayı gibi bir tören düzenlerlerdi.  Bu tören sonraki yıllarda sıra yarenlerin oynadığı “Dilsiz oyunu” şekline dönüşmüştür.
“Törende savaşa gidecek kişi Efedir. Efenin elinde kılıç, belinde silah ve başında kalpak vardır. Askere götüren ise Yiğitbaşı’dır. Yiğitbaşı için bir at bulunur ve süslenir, yiğitbaşı  Askeri üniforma üzeride dürbün, arkasında silah, ayağında çizme, elinde kılıçlı olarak ata biner. Törendeki herkes yiğitbaşına uymak zorundadır. Düzeni sağlayan ise sıranın çavuşudur. Şehitlik için kefeni temsilen törendekiler beyaz elbise giyerler. Sefere gidenini iki yanında kadın kıyafeti giyen iki kişi ona eşlik eder.  Meşale şeklinde çıralar yakılır ve yola çıkılır. Ara sıra mola verip oyunlar oynanırdı.”
Akşehir halk kültürüne “Dilsiz Oyunu” olarak geçen bu tören sıra yarenler tarafından aslına yakın bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Hatta Türklere oranla daha esmer olan Tatlar’a benzemek için yarenler siyaha boyanmaktadır.