21 Aralık 2019 Cumartesi

AKŞEHİRLİ ŞAİR BİR MÜDERRİS: AHMET REŞİT EFENDİ




            Şiirlerinde Reşid takma adını kullanan Ahmet Reşid Efendi on dokuzuncu yüzyılda Akşehir’de doğdu.

             Bazı yazarlar tarafından aynı dönemde yaşayan ve bir ara şeyhülislam olan Nevşehirli Ahmet Reşid Efendi ile karıştırmaktadırlar. Akşehirli Ahmet Reşid Efendi 1813 yılında Akşehir’de doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. 1836 senesinde İstanbul'a gelerek Şehzade Camisi civarında bulunan İbrâhim Paşa Medresesi'nde medrese öğrenimi gördü. Burada İmâm-zâde Efendi'den gerekli ilimleri tahsil etti ve müderrislik ruûsunu (diplomasını) aldı.

             Bir müddet Mahmûd Paşa ve Dâvud Paşa Mahkemeleri naipliklerinde bulundu. Yani mahkemelerde nöbetçi yargıçlık yapıyordu.

            1847 yılında Mekteb-i Ma'ârif-i Adliye'ye daha sonra da Bayezid Camisi yakınında bulunan Mekteb-i Rüşdiye'ye öğretmen olarak atandı. Buralarda iki yıl öğretmenlik yaptı.

            1849 yılında Kudüs Mollası oldu. Bu görev için İstanbul’dan ayrılarak Kudüs’e gitti. Burada 5 yıl çalıştıktan sonra İstanbul’a geri döndü.

            1854 senesinde Maliye'de Beytü'l-mâl Kassâmı olarak görev yaptı.  Bu görev İslami kurallara göre miras bırakanların miraslarını varislerine bölme işlemi yapmaktı. 1865 yıla kadar çalıştıktan sonra İstanbul payesini elde ederek Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişi oldu. Bu görevinde iken elli yaşlarında 1863 senesinde İstanbul'da vefat etti.

            Ahmed Reşîd Efendi, Nakşıbendî tarikatına mensuptu.  Kendisini yetiştirmiş alim bir kişiydi. Bilinen eserleri şunlardır:

            1. Füyûzâtü'l-Habîbiyye Ale's-Salâti'l-Meşîşiyye: Tasavvufa dair bir risaledir. Yazma hâlindedir.

            2. Keşkûlü's-Sâfiye Ale'l-Vâridâti's-Sa'diyye: Bu eser meşhur tarikat şeyhlerinden Şeyh Sa'düddîn Cibâvî Hazretleri'nin Arapça bir kasidesinin Türkçe şerhidir. Yazma hâlindedir. Eserin adının baş kısmı Sicill-i Osmânî'de Meslûlü's-Sâfiye olarak verilmiştir (Mehmed Süreyya 1311: 396).

            Akşehirli Ahmet Reşid Efendi araştırmacı bir kişiliğe sahipti. Aynı zamanda şairdir. Şiirine örnek Fatîn Tezkiresi'ndedir.  Şiirlerinden birisi:

                        Gazel-i Nâ-tamâm

“Müptela oldum bu gün bir dilber-i Rana’ya ben

Kalmayub sabra mecal olmuşum bir vaya ben



Şuh reftar-i hoş çok dilbere meyl ettim

Düşmedim alemde böyle afet-i yektaya ben



Herkesi bir güne eyleyub memnun ider,

Bende oldum bi-irade ol yüzü hüsnaya ben



Bahr-ı umman, muhabbet icre gavs olmuşum

Dalmamış idim Raşida böyle bir deryaya ben”

Günümüz Türkçesi ile:

            Tamamlanmamış Gazel

            “Bugün ben güzel bir dilbere tutuldum, sabretmeye gücüm kalmadı, yararsız biri olmuşum.

            Neşeli yürüyüşü çok hoş olan dilbere gönül verdim, ben dünyada böyle eşsiz bir afete düşmedim.

            Herkesi bir gün durdurup memnun eder, o pek çok güzel yüzünden ben iradesiz oldum.

             Muhabbet için uçsuz bucaksız denizde bir dalgıç olmuşum.  Raşid olalı böyle bir deryaya ben dalmamıştım.”

AKŞEHİR’DE BİR SELÇUKLU PRENSESİ: NEVRESTE SULTAN




            Türkiye Selçuklu döneminde evlenip Akşehir’e yerleşen Selçuklu prenseslerinden Nevreste Sultan şifalı elleriyle hastaları iyileştiriyordu. Halk tarafından tanınıp sevilmesi sonucunda mezarı bir yatır haline getirilmiş ve ne yazık ki zamanla horasan erenleri ile karıştırılmış, erkekleştirilmiş ve din alimi olarak gösterilmiştir

            Akşehir’in Konya’ya yakın olması ve verimli topraklarının bulunması nedeniyle her zaman Selçuklu hükümdar ailesinin ilgisini çekmiştir. Bu nedenle hükümdardan Akşehir ve çevresinden tımar ve ikta alan hükümdar yakınları Akşehir’de yaşamışlardır. Bazı Selçuklu prensesleri Akşehir ve çevresinde evlenerek buraya yerleşmişlerdir.

Türklerin sultan ve ailelerini kutsal görmesi ve Akşehir’e yerleşen sultan yakınlarının fakir halka yardım etmesi, yemek vermesi gibi uygulamalar onlara saygı duyulmasına neden olmuş ve Akşehir’in unutulmazları arasına girmişlerdir. Özellikle Nadir köyü sultan yakınlarınca en çok tercih edilen köydü. Ayrıca Seyyid Mahmut Hayran Türbesi’nin yanındaki mezarlıkta pek çok Selçuklu şehzadesi ve prensesinin mezarı vardı. Ancak 1931 yılında mezarlığın kaldırılıp çocuk parkı yapılması nedeniyle bu mezarlar ve mezar başlıkları kayıp olmuştur.

Devamlı yağmalanan Akşehir’de maalesef günümüze çok az prensesin ismi gelmiştir. Bunlardan birisi de Nevreste Sultan’dır. Nevreste Sultan hakkında kaynaklar yok denecek kadar azdır. Pek çoğu yakin zamanda yazılmış ve hatalı bilgiler vermektedir.

Öncelikle Nevreste, Farsça bir kız adıdır. Anlamı ise yeni yetişmiş, genç, tazedir. Çoğulu Nevrestegan’dır. Selçuklu döneminde saray ve çevresinde Farsça adların sık kullanıldığını kaynaklar belirtiyor. `Sultan` ise o dönemde bazı büyük din bilginlerine ve Selçuklu ailesinden olanlara verilen bir unvan idi. Dolayısıyla bu durum bazı karışıklıklara neden olmuştur.

Nevreste Sultan ile ilgili kaynaklardan biri Şair Haki’nin “Akşehir Medhiyesi”dir. Burada:

Bulara aşina ol sen dilersen iresin doste

Bilürsün ayni hikmettir yatan “Sultan Nevreste”

İrübün haki payine şifa bulur nice haste.”

Şair: “Bilirsin burada yatan Sultan Nevreste yaşamış bir bilgedir. Bunları iyi tanı ki istediğinde dosta varırsın. Ayağının tozuna erişen nice kişiler şifa bulmuştur.”

Anadolu, çok eski devirlerden beri pek çok kavimlerin yerleştiği, çeşitli uygarlıkların kurulduğu ve bu nedenlerle gerçek kültür ve uygarlık hazinesine sahip olan bir toprak parçası. Bu hazinenin önemli bir bölümünü de halk hekimliği ve halk ilaçları oluşturuyordu. Halk hekimliğinin hekimleri belirli hastalıklarla uğraşan aile fertlerinden oluşuyordu. Bu tedavi etme kudretini ailesinden kan yoluyla alıyor ve babadan oğula, nesilden nesile devam ettiriyordu. Bu yetkiyi elde etmek için bir öğrenim ve eğitime gereksinim duyulmuyordu. Yalnız, başarılı olabilmek için bazı kurallara dikkat etmeleri gerekiyordu.

Kan bağıyla yetki almayan halk hekimlerine "izinli" denmektedir. Çocuğu ve yakın akrabası olmayan kişi, kabiliyetli gördüğü bir çocuğu yanına alarak eğitmekte ve zamanı gelince "elverme" töreniyle tedavi gücünü çırağına devretmekte idi.

 Genellikle halk arasında kadınların bu tedaviyi uyguladığı ve “Benim değil Fatıma Anamızın eli” diyerek vücudun hasta yerini el ile uyarmakta idiler. 'Sebebi elden, dermanı Allah'tan” diyerek hastalığı iyileştirmeye çalışıyorlardı. Akşehirli hastalara derman olmaya çalışan Nevreste Sultan öldükten sonra gücünün mezarının bulunduğu toprağa geçtiğine inanılarak hastalar bu mezarı ziyaret ederek toprağına yüz sürmüşlerdir.

Nevreste Sultan hakkında ikinci kaynak ise Mustafa Cavit’in eseridir. Mustafa Cavit tarafından1934 yılında yazılan “Akşehir kitabeleri ve tetkikat- Akşehir’de gömülü ünlü insanlar” isimli kitabında 38. sayfada yer almaktadır. Buna göre:

“Hayat hikâyesi bilinmemektedir. Mezarı ise İstasyona giden caddenin üzerinde ve debboy civarında mevcut ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş bir mezarda yatmaktadır.”

İbrahim Hakkı Konya’lı, “Nasreddin Hocanın şehri Akşehir, tarihi - turistik kılavuzu” kitabında:

“Nevreste Sultan denilen bu zatın türbesi Meydan Mahallesinde İbrahim’in dükkanı ittisalinde idi. Şimdi arsa halindedir. Hüviyeti ve ölüm tarihini gösteren bir vesika elimize geçmedi.” Şeklinde belirtmektedir.






FİLOZOFU DİNLERKEN AKŞEHİR'İ DÜŞÜNMEK




            Halide Edip, 1935 yılında Hindistan gezisi sırasında ülkenin ileri gelen düşünürlerinden Bhulabhai Desai'yi dinlerken onu başta Akşehirli olmak üzere Anadolu insanı ile karşılaştırıyor.

            Halide Edib Adıvar (d. 1884- ö. 9 Ocak 1964), Türk yazar, siyasetçi, akademisyen ve öğretmen idi. Halide Onbaşı olarak da bilinir. Kurtuluş Savaşı sırasında uzun süre Akşehir’de kalmıştı.  Yazar, Akşehir'in insana barış ve huzur, güzellik aşılayan havasını soluduktan sonra dünyaya bakış açısı değişmiş ve ruhunun huzur bulduğu her ortamda aklına Akşehir'in geldiğini yazılarında belirtmiştir.

            Halide Edib, 1935'deki Hindistan gezisine dair izlenimlerini   "Hindistan'a Dair" adlı kitabında anlatıyor. Çeşitli konferanslar vermek üzere Hindistan'a giden yazar bu ülkenin tanınmış ileri gelenleri ile buluşmuş ve konuşmalarını dinlemişti.

            Halide Edib'in, Hindistan’da bulunuşunu kaleme almasının ilk nedeni, Hindistan'ı kendi ruh iklimine yakın bulmasıdır. Yazar, Hindistan'da bulunduğu süre içinde birçok kişiyle yakın ilişkiler geliştirip evlerinde misafir olmuş. Ona evlerini açan insanları, farklı din ve dünya görüşlerinde olsalar da hiçbir şekilde yadırgamadığını söylüyor. İkincisi ise kitapta da adına sık rastladığımız Halide Edib'in eski dostu Dr. Ensari'ye, ülkeyi gezdikten sonra intibalarını yazacağına dair söz vermesidir. Ensari, Hindistan için de çok önemli biri aynı zamanda. Adıvar'ın ülkede bulunduğu sürede ilişki kurduğu aydınların önde gelenlerindendir. Son olarak da Adıvar'ın, bundan yaklaşık bin yıl önce yazılan El-Biruni'nin Tahkik-i Hind adlı eserinden etkilenmesini sayabiliriz.

            Bir de Hindistan'ın o dönemki siyasi durumu var. Ülke, İngiltere zincirlerinden yavaş yavaş kurtulmakta, yeni bir Hindistan fikrinin filizlenmeye başladığı yılları yaşamaktadır. Bu yeni Hindistan fikrinin temellerini ise çok renkli, çok dinli, çok kültürlü yapıyı tek potada eriterek "bir Hind milleti" yaratma çabası meydana getiriyordu. Halide Edib'in de görüşmelerde bulunduğu, yakınlık kurduğu Mahatma Gandi, Muhammed İkbal, Sarojini Naidu ve Dr. Ensari gibi isimler de bu filizlenmenin önderleri konumunda idiler. Tanıştığı ve konferansında bulunduğu kişilerden biri de Bhulabhai Desai idi.

            Bhulabhai Desai, tanınmış Hint özgürlük savaşçılarından ve bağımsızlık aktivistlerinden biriydi. Aynı zamanda alkışlanan bir avukattı. Desai, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz egemenliğine karşı ihanetle suçlanan Hint Ulusal Ordusu'nun (INA) 3 askerini savunmasıyla ünlüdür. Bu savunma daha sonra “INA Defence” adıyla kitaplaştırıldı. Bu kitap pek çok ülkenin Hukuk Fakültelerinde okutuldu.

            Halide Edip, "Hindistan'a Dair" adlı eserinde Hintli Desai'yi anlatırken:

             "Gösterişi sevmeyen bu insanın yüzü de pek hatırınızda kalacak şekilde değildir.  Bariz olan bir tek azası yoktur. Beyaz kirpikleri arasındaki gözlerin mülayim ve dost nazarları vardır. Tavrı ne fazla mahcup ne de çalımlıdır. En ziyade sesi Anadoluluyu hatırlatır. Anadolu’nun sesi nasıldır? Kalın ve kulağa hoş gelen, değişmeyen bir ahengi vardır; perdesi değişmez, yükselip alçalmaz. Daima yavaş konuşur. Sözlerinde ve fikirlerindeki ölçü sesinde en çok hakimdir.  Bu içinde hiç bir kuvvetin yenemeyeceği hürriyeti taşıyan insanların sesi!..

            Hülasa Bhulabhai'yi dinlerken gözümü kapar ve muhayyilemi(hayal etme gücünü) kullanırsam Akşehir, Kırşehir, Ankara ve sair herhangi Anadolu şehrinde, tahsil görmüş, görmüş geçirmiş, bilgisi kitaptan ziyade tecrübe ve ölçüsüne dayanan bir Anadoluluyla konuştuğuma inanabilirdim. Diyebilirim ki bizim Anadolu orta sınıf örneği bir genci Oxford'da okutur, yerli harsına Anglosakson harsını ilave ederseniz aşağı yukarı Bhulabhai Desai'ye benzeyen bir örnek hasıl olur. Bu adam ruh iklimime o kadar yakındı ki Hint parlamentosuna sırf onu dinlemek için gittim."

            Akşehir yaşamı, Halide Edib'in ruhunda öyle bir yer edinmişti ki 12 yıl sonra çok uzaklarda olduğu halde aklına ilk gelen yerlerden biri de Akşehir idi.


4 Eylül 2019 Çarşamba

1466 YILINDA DOĞANHİSAR’DA KULLANILAN TAKMA ADLAR




            Osmanlı Devleti, Akşehir’i ülkesine kattığı yıllarda Akşehir’in bütün köyleri dolaşılarak aile reisleri kayıt altına alındı.  “Mufassal Defter” olarak tabir edilen bu defterlerde biri olan 1466    tarihli de Doğan Hisarı, Akşehir’in bir köyü olarak kayıt edilmiştir. Bu köyde pek çok kişiye isimlerinin yanı sıra lakaplar(takma adlar) takılmıştır.

            Takma ad, bir kimseye, bir aileye kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir özelliğinden kaynaklanan bir addır.  Bu adlar bir kimsenin fiziksel bir özelliğine atfen verilmiş olabileceği gibi yaptıkları işlere atfen de verilmiş olabilir. Bu takma adlar kişinin asıl adıyla birlikte söylendiği gibi asıl adın yerini tamamen alanlarda vardır.

            “Yiğit namıyla anılır” diyen atalarımız lakaplarını gururla taşımıştır. Bu lakaplar o devirde soyadı olmadığı için aynı adı kullanan diğer kişilerden ayırt etmekte kullanılmıştır. Nitekim bazı aileler soyadı kanunu çıkınca lakaplarını soyadı olarak almışlardır.

            1466 yılı kayıtlarına göre Doğan Hisar’da yaşayanlara verilen takma adlar şunlardı:

            1-Erik: Ufak tefek olmasından dolayı Selahattin oğlu Hamza’ya söylenen bir lakaptı.

            2-Şükran: Bir asker olan İvaz’a yaptıklarına karşılık teşekkür amacıyla Şükran İvaz denmiş idi.

            3-İplik: Dokumacılık yapan ve çok zayıf olan Mehmet’in oğlunun adının yerini almıştı.

            4-Kara: Esmer ve ya Arap kökenli olan Mahmut’a, Yusuf’a, Hasan’a, Abdullah verilmiş bir lakap idi.

            5-Baba: Belli bir ağırlığı ve karizması olan Hıdır’a verilmiş bir takma ad idi.

            6-Beglü: Bir asker olan kişinin resmi adının yerini almıştı.

            7-Çıtak: Kavgacı olan ve şehre yakın yerlerde yaşayanlar için kullanılan bu kelime Çıtak Sevindik’e verilmişti.

            8-Dur: Habip oğlu Hasan’a verilen bir takma ad idi.

            9-Emir: İvaz’ın babası Emir Yusuf köydeki amirlerden biri idi.  Diğerleri ise Emir Ali ve Emir Hacı idi.

            10-Hoca: Din eğitimi alan ve öğretmenlik yapan Mağden oğlunun adının yerini almıştı. Yine köyde Hoca Ahmet vardı.

            11-Güllük :At besleyerek geçimini sağlayan Mustafa’ya verilmişti.

            12-Komari: Hoca Ali’ye takılan bir lakap idi.

            13-Gazi:  Bu lakap savaşta yaralanan Sevinç’in oğlunun adı yerine kullanılıyordu.

            14-Kör: Bu takma ad dul bir bayan olan Aişe’ye halk tarafından verilmiştir.

            15-Hacı: Kutsal topraklara giden Hisar oğlu Bekir’e, Abdül oğlu Mehmet’e ve Hisar oğlu Mehmet’e bu lakap takılmıştı.

            16-Fakih: İslami hukuk alanında yetişmiş olan Ömer’e Ömer Fakih Hatip diye sesleniyorlardı. Yine  Mehmet oğlu Yakup’a ve Yağsanub’a da Fakih deniliyordu.

            17-Tirkemiş: Doğan Hisar’da yaşayan çiftlik sahibi Yusuf oğlu olan Tirkemiş aslen Burdurlu idi. O devirde Burdur’un adı Tirkemiş olduğu için memleketinin adı ile anılıyordu.

            18-Germiyan Fakih:  Yarım çiftlik sahibi Germiyan Fakih aslen Kütahyalı idi. O devirde Kütahya’nın adı Germiyan olduğu için memleketinin adı ile anılıyordu.

            19-Nücusetlü: Toprak sahibi olan babasının yanında yaşarken evlenen Yusuf’un babasına verilen takma ad idi.

            20-Ahi: Bir esnaf kuruluşu olan Ahiliğe üye olan Ahi Osman oğlu Ahi Yusuf Doğanhisar’da yaşıyorlardı.

            21-Bülüclü: Büyük bir olasılıkla tavuk beslemesi nedeniyle Hamza’ya bu lakap takılmıştı.

            22-Şaşı: Yarım çiftlik sahibi olan Ahmet’e gözlerindeki bozukluk nedeniyle Şaşı Ahmet deniliyordu.

            23-Demirci: Demir işleri yapan Ahmet’e verilen bir takma ad idi.

            24-Şeyh: Bir tarikatın kollarında en yüksek aşamaya ulaşmış bulunan Hamza’ya Şeyh deniliyordu.

            25-Kozağaçlı:  Kozağaçlı olduğu için Kozağaçlı oğlu Bulduk olarak anılıyordu.

            26-Papazoğlu: Doğanhisar’da o devirde Hıdır’a Papazoğlu deniliyordu.

            27-Tabak:  1466 yılında dericilik yapan Tura’ya bu takma ad verilmişti.

            28-Büyüklüoğlu: Günümüz söylenişi ile Bıyıklıoğlu Temur Han’a deniliyordu.

            29-Müezzin: Camide ezan okuyan Ümmet’e Müezzin adı takılmıştı.

            30-Haşhaşoğlu: İne Beği’nin babası Haşhaş yetiştirdiği için o devirde ona Haşhaşoğlu deniliyordu.

            31-Geyik: Asker olan Dura Beği’nin oğlunun adının yerini alan bir takma addır. Boş muhabbetleri seviyormuş.

            32-Papuccuoğlu: Babası ayakkabı yapan Ahmet’e  bu ad verilmişti.

            33-Dam Yakan: Asker Mehmet yaptığı bir eylemden dolayı halk tarafından bu takma adla çağırılıyordu.

            34-Ökesoğlu: Babası Akşehir’e bağlı Ökes köyünden olduğu için İshak bu adla anılıyordu.

            35-Aşçı: Emir Hacı’nın oğluna yemek yaptığı için Aşçı deniliyordu.

            36-Değirmencioğlu: Değirmen işleten babasından dolayı Dur Ali’ye bu takma ad verilmişti.

            37- Sofu: Dinine sıkı sıkıya bağlı olan Süleyman’a Doğan Hisar’da Sofu Süleyman diyorlardı.

            38-Çandır:  Melez olan Ahmet’e takılan bir addı.

            39-Çakıroğlu: Renkli gözlü olduğu için Ahmet’e Çakıroğlu deniliyordu.

            40-Çölmekçi: Çölmek yapan İvaz’a köylüler böyle sesleniyorlarmış.

            41-Gül: Süvarioğlu İvaz’a iyi giyiminden dolayı bu takma ad verilmişti.




1925’DE AÇILAN AKŞEHİR İMAM HATİP MEKTEBİ




            Tevhid-i Tedrisat Kanunun çıkmasından sonra Akşehir’de dinî hizmetlerin ifasıyla görevli memurları yetiştirmek üzere 1925 yılında İmam-hatip Mektebi açılmıştı.

            3 Mart 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu (430 sayılı) TBMM tarafından kabul edildi. Bu kanunun amir hükmü gereği;

“- Türkiye’deki bütün eğitim-öğretim kurumları Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığına) bağlandı.

- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bütün medrese ve mektepler Maarif Vekaleti’ne devredildi ve bağlandı.

- “Dinî hizmetlerin ifasıyla görevli memurları yetiştirmek üzere ayrı mektepler (İmam ve Hatip Mektepleri) açılması” kabul edildi.

             Bu Kanun uyarınca; Mart 1924’te; öğretim süresi dört yıl olan ve kapatılan medrese talebelerinin öğrenci olarak kaydedildiği 29 büyük şehir merkezinde İmam ve Hatip Mektepleri açılmaya başlanmıştır. Bu okullar açılıp öğretime başladıktan yaklaşık olarak 5 ay sonra Ocak 1925 tarihinde Of ve Akşehir ilçelerinde İmam Hatip mektepleri açıldı.

            Akşehir İmam-Hatip Mektebi açıldıktan kısa zaman sonra öğrenci kabulüne başladı. Genellikle kapatılan medreselerdeki yaşı büyük öğrenciler bu okula kayıt olmuştu. Medreselerdeki öğrenciler yatay geçiş yaparak İmam-Hatip mektebinde dört sınıf birden oluşturulmuştu. Akşehir İmam-Hatip Mektebi’ne toplam 46 öğrenci kayıt yaptırmıştı.

            Akşehir İmam-Hatip Mektebi açılınca dersleri verecek öğretmen arayışlarına gidilmiş ve o devirde pek çok meşhur öğretmenler Akşehir’e gelerek ders vermişlerdir. Bunlardan biri de Mevlevi şeyhlerinden olan Mithat Bahari Baytur’dur.   Şair ve yazar olan Mithat Bahari, 1925 yılı başlarında Akşehir’e geldi ve göreve başladı. Akşehir İmam-Hatip mektebinde Türkçe ve Edebiyat dersleri muallimliği yaptı. 1927 yılında okul kapanınca Konya’ya geri döndü. Yine bir ara aynı okulda Engilli’de doğan ve Konya’nın büyük din alimlerinden biri olduğu kabul edilen Akşehirli Hacı Ahmet Efendi, Din Bilgisi derslerine girmişti.

            Bu okulun birinci sınıfında;  haftalık 28 saat ders vardı. Bu dersler: 5 saat  Türkçe, 2 saat Yazı Hüsn-i Hat, 3 saat Arabi (Arapça), 2 saat Tarih, 2 saat Coğrafya (Tabii ve Beşeri Coğrafya ), 2 saat Hesap, Cebir, 1 saat Hayvanat ve Fizyoloji, 2 saat Nebatat, 3 saat Kur’an-ı Kerim Ma’a Tecvid, 2 saat Din Dersleri, 2 saat Terbiye’yi Bedeniye (Beden Eğitimi), 2 saat Musiki (Gınâ) dersleri okutuluyordu.

            İmam-Hatip Mektebi’nin ikinci sınıfında;  haftalık 30 saat ders vardı. Bu dersler: 4 saat Türkçe, 2 saat Yazı Hüsn-i Hat, 3 saat Arabi (Arapça), 2 saat Tarih, 1 saat Coğrafya (Tabii ve Beşeri Coğrafya ), 2 saat Hesap, Cebir, 2 saat Hayvanat ve Fizyoloji, 3 saat Kur’an-ı Kerim Ma’a Tecvid, 2 saat Din Dersleri, 2 saat Terbiye’yi Bedeniye (Beden Eğitimi), 1 saat Musiki (Gınâ), 2 saat Hitabet ve İnşâd, 2 saat Ahlak ve Malumat-ı Vataniye, 1 saat Hendese Resm-i Hatti ve 1 saat Hadis-i Şerif dersleri okutuluyordu.

             Bu okulların Üçüncü sınıfında;  haftalık 33 saat ders vardı. Bu dersler: 2 saat Türkçe, 3 saat Arabi (Arapça), 2 saat Tarih, 1 saat Coğrafya (Tabii ve Beşeri Coğrafya ), 1 saat Hesap, Cebir, 2 saat Kur’an-ı Kerim Ma’a Tecvid, 3 saat Din Dersleri, 1 saat Terbiye’yi Bedeniye (Beden Eğitimi), 1 saat Musiki (Gınâ), 3 saat Hitabet ve İnşâd, 2 saat Ahlak ve Malumat-ı Vataniye, 1 saat Hendese Resm-i Hatti ve 1 saat Hadis-i Şerif  2 saat Türk Edebiyatı, 1 saat Ruhiyat ( Psikoloji),1 saat Arziyat( İlm-i Arz), 1 saat Fizik, 1 Kimya, 2 saat Fıkıh, 1 saat İlm,i Tevhid, ve 1 saat Tabakat dersleri okutuluyordu.

            İmam- Hatip Mekteplerinin Dördüncü sınıfında;  haftalık 30 saat ders vardı. Bu dersler: 1 saat Türkçe, 4 saat Arabi (Arapça), 2 Saat Tarih, 1 saat Coğrafya (Tabii ve Beşeri Coğrafya ), 1 saat Kur’an-ı Kerim Ma’a Tecvid, 2 saat Din Dersleri, 1 saat Terbiye’yi Bedeniye (Beden Eğitimi), 1 saat Musiki (Gınâ), 2 saat Hitabet ve İnşâd, 2 saat Ahlak ve Malumat-ı Vataniye, 2 saat Hendese Resm-i Hatti ve 1 saat Hadis-i Şerif  2 saat Türk Edebiyatı, 1 saat Ruhiyat ( Psikoloji), 1 saat Fizik, 1 Kimya,  1 saat İlm,i Tevhid, 2 saat Hıfz-ı Sıhha ve 2 saat Tefsir dersleri okutuluyordu.

            1926 ve 1927 öğretim yıllarında istenen vasıflarda öğrenci olmadığından Akşehir’deki okula yeni kayıt yapılamadı.  Cumhuriyet devri ile birlikte Türkiye’nin eğitimden tarıma, sağlığa ve teknik alanlara doğru büyük bir kalkınmaya girişmesi yetişmekte olan gençlere daha geniş imkanların sağlandığı iş sahalarının ortaya çıkması, dini hizmetlere olan geleneksel yönelmeyi büyük ölçüde baltalamıştır.  1927’de Şuray-ı Devlet (Danıştay) kararıyla din hizmetleri devlet memuriyetinden çıkarıldı ve İmam ve Hatip Mektebi mezunlarına resmi görev verilmedi. Bu okullardaki çocuk ve gençler çoğu ortaokullara gittiler.

             Daha iyi bir eğitim almak ve kapanan okuldaki yarım kalan eğitimlerini tamamlamak için bazı öğrenciler Akşehir’den ayrılarak İstanbul’a gitmişlerdir. Kayıtlara göre Akşehir İmam-Hatip Mektebi’nden 1926 yılında 3. Sınıflardan 3 öğrenci, 4. Sınıflardan ise 2 öğrenci İstanbul İmam ve Hatip Mektebine - günümüzdeki deyimiyle- ‘yatay geçiş’ yaparak gittikleri kaydedilmiştir. Yine bir başka defterde 1927 yılında Akşehir İmam-Hatip Mektebi 3. Sınıftan 2 öğrencinin İstanbul İmam ve Hatip Mektebi’ne geçiş yaptığı yazılıdır.

            Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü’nün Başbakan, Şükrü Saraçoğlu’nun Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde açılan Akşehir İmam-Hatip Mektebi yeterli öğrenci olmadığından 1927 yılı başlarında kapanmıştır.


1583 YILINDA AKŞEHİRDE HÖYÜK YERLEŞİMLERİ




            1583 tarihinde III. Murad'ın emriyle yapılan bir tahrirle Akşehir ve çevresindeki höyük üzerindeki yerleşimler belirlenmişti.

            Höyük, tarih boyunca türlü nedenlerle yıkılıp yok olmuş yerleşme bölgelerinde, yıkıntıların üst üste birikmesi nedeniyle oluşmuş, çoğu kez içinde tarihsel kalıntıların gömülü bulunduğu yayvan toprak tepedir. Hüyük, Öyük veya Üyük şeklinde de söylenir.

            Akşehir çevresinde toprak altında kalmış pek çok tarih öncesi yerleşim yeri bulunmaktadır. Bu höyükler Osmanlı dönemindeki yazılı kaynaklarda sık sık geçmektedir.    Höyük üzerine kurulan köy veya mezra gibi yerleşimlerin etrafındaki topraklar kayıtlarda çeşitli kişilere tımar veya zeamet olarak verilmişti.

            Tımar, Osmanlı mali sistemi içinde; bazı asker ve memurlara geçimlerini sağlamak ve masraflarını karşılamak amaçlarıyla hizmetlerine karşılık belirli bölgelerin vergi kaynaklarının tahsisine denmekteydi. Geliri 20.000 akçeye kadar olan topraklardır. 20.000 ile 100.000 akçe arası ise zeamettir.

            1583/991 Tarihli Akşehir Sancağı İcmal Defteri’ne göre Akşehir çevresinde şu höyükler üzerinde yerleşimler vardı:

1-Kara Höyük: Höyük üzerinde Akşehir’e bağlı bir köy vardı. Bu köyün 5400 hissesinin 2999 hissesi Mustafa’ya ait bir tımardı.  Yöneticiye ait olan 600 hissesi ise Kalender’den dönüştürülerek Kılıç’a tımar olarak verildi. Akşehir Bey’ine verilen 1800 hisse ise Mansur’un tımarı idi.

2-Avşak Höyüğü: Bu tarihte höyük üzerinde Doğanhisar’a bağlı bir mezra vardı.  1600 hisse olan mezraya bağlı toprakların 1000 hissesi Hasan’ın tımarı idi. Diğer 600 hisse ise Satılmış’a ait tımardı. Bu mezrada Akşehir’e bağlı Evrendos (Tuzlukçu) köyünden olan ve barutun ana maddesi güherçile çıkarmada çalışan işçilerin oluşturduğu bir cemaat oturmaktaydı.

3- Toprak Çayırı Höyüğü: Ilgın yakınlarındaki bir höyük idi. Ahur Höyüğü topraklarına sınır idi. Bu toprakların 60 hissesi 1583 yılında Sadrazam Kanijeli Siyavuş Paşa’ya verilmişti.

4-Ahur Höyüğü: Ilgın’a bağlı Çiftlik köyü yakınlarında bulunan bir höyük idi.  Çevresindeki toprakları Ilgın merkezine  aitti ve bu toprakların 60 hissesi 1583 yılında Sadrazam olan Kanijeli Siyavuş Paşa’ya verilmişti. 5400 hisse ise Sefer’in tımarı idi.

5-Ziyaret Höyüğü: İshaklı (Sultandağı) yakınlarında idi. Diğer bir adı da Nurgar Mezrası idi. Bu mezranın toprakları yüz yıl çorak kaldıktan sonra buğday ve arpa ekimine başlanmıştı.

6- Cebeli Höyüğü: Bu höyük Akşehir’e bağlı Reis köyü, Akait köyü ve Silind köyünün tam ortasında idi. Höyük üzerinde mezra yerleşimi mevcuttu. Mezranın etrafındaki topraklar 1000 hisseye bölünmüştü ve Ali oğlu Enbiya’ya tımar olarak verilmişti.

7-Hacı Baba Höyüğü: İshaklı’ya (Sultandağı) bağlı üzerinde Elvan Beyli adında köy olan höyüktü. 12200 hisse olan Elvanbeyli Köyü’nün Hacı Baba höyüğü kısmında 3300 hisse vardı ve bu hisseler Durakoğullarından Ali oğlu Balı’nın tımarı idi.

8-Bend Höyüğü: İshaklı’ya (Sultandağı) bağlı üzerinde aynı adlı bir köy olan höyük idi. Bend Höyüğü Köyü’nün toprakları 3000 hisseye bölünmüş. 1583 yılında hisseler Hızır’ın tımarı idi.

9- Baç Höyüğü: Doğanhisar Ayazlar köyü yakınlarında ve üzerinde bir mezra bulunan höyük idi. 1583 yılında devlet tarafından 8850 hisseye bölünen Ilgın’a bağlı Yuvabalık, Ayaslar, Baç höyüğü ve Kavice yerleşimleri vardı. Yuvabalık, Ayaslar ve Kavice birer köy, Baç höyüğü ise bir mezra idi. Bu hisselerin bir kısmı Abdi’nin tımarı, diğer bir kısmı ise Pir Ömer tımarı idi. Baç Höyüğünün 500 hissesi Osman’ın tımarı idi.

10-Gök Höyük: Akşehir’e bağlı ve üzerinde bir mezra bulunan höyük idi.  Gök Höyük mezrası bu tarihte 500 hisse idi ve Veli’ye tımar olarak verilmişti.

11- Senirlü Karahöyük: Üzerinde Ilgın’a bağlı bir köy mevcut idi. Senirlü Kara höyük köyü  toprakları 2331 hisse idi ve gelirleri Vezir Mehmet Paşa’ya aitti.

12-Gaziler Höyük: Üzerinde Ilgın’a bağlı bir köy olan bir höyük idi. Köyün toprakları 1583 yılında 600 hisseye bölünmüş ve gelirleri Vezir Mehmet Paşa’ya aitti.

13-Sahib Höyüğü: İshaklı’ya (Sultandağı) bağlı Elvan Beyli  Köyünde olan diğer bir höyüktü. Bu köyde ElvanBeyli Cemaati oturuyordu ve topraklarını işliyordu. 12200 hisse olan bu toprakların 3300 hissesi Defteri Hakani katibi olan Ramazan’ın zeameti idi. 1500 hissesi ise Ahmet’in tımarı idi.


AKŞEHİRLİ ŞAİR BİR MÜDERRİS: AHMET REŞİT EFENDİ


AKŞEHİRLİ ŞAİR BİR MÜDERRİS: AHMET REŞİT EFENDİ

            Şiirlerinde Reşid takma adını kullanan Ahmet Reşid Efendi on dokuzuncu yüzyılda Akşehir’de doğdu.

             Bazı yazarlar tarafından aynı dönemde yaşayan ve bir ara şeyhülislam olan Nevşehirli Ahmet Reşid Efendi ile karıştırmaktadırlar. Akşehirli Ahmet Reşid Efendi 1813 yılında Akşehir’de doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. 1836 senesinde İstanbul'a gelerek Şehzade Camisi civarında bulunan İbrâhim Paşa Medresesi'nde medrese öğrenimi gördü. Burada İmâm-zâde Efendi'den gerekli ilimleri tahsil etti ve müderrislik ruûsunu (diplomasını) aldı.

             Bir müddet Mahmûd Paşa ve Dâvud Paşa Mahkemeleri naipliklerinde bulundu. Yani mahkemelerde nöbetçi yargıçlık yapıyordu.

            1847 yılında Mekteb-i Ma'ârif-i Adliye'ye daha sonra da Bayezid Camisi yakınında bulunan Mekteb-i Rüşdiye'ye öğretmen olarak atandı. Buralarda iki yıl öğretmenlik yaptı.

            1849 yılında Kudüs Mollası oldu. Bu görev için İstanbul’dan ayrılarak Kudüs’e gitti. Burada 5 yıl çalıştıktan sonra İstanbul’a geri döndü.

            1854 senesinde Maliye'de Beytü'l-mâl Kassâmı olarak görev yaptı.  Bu görev İslami kurallara göre miras bırakanların miraslarını varislerine bölme işlemi yapmaktı. 1865 yıla kadar çalıştıktan sonra İstanbul payesini elde ederek Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişi oldu. Bu görevinde iken elli yaşlarında 1863 senesinde İstanbul'da vefat etti.

            Ahmed Reşîd Efendi, Nakşıbendî tarikatına mensuptu.  Kendisini yetiştirmiş alim bir kişiydi. Bilinen eserleri şunlardır:

            1. Füyûzâtü'l-Habîbiyye Ale's-Salâti'l-Meşîşiyye: Tasavvufa dair bir risaledir. Yazma hâlindedir.

            2. Keşkûlü's-Sâfiye Ale'l-Vâridâti's-Sa'diyye: Bu eser meşhur tarikat şeyhlerinden Şeyh Sa'düddîn Cibâvî Hazretleri'nin Arapça bir kasidesinin Türkçe şerhidir. Yazma hâlindedir. Eserin adının baş kısmı Sicill-i Osmânî'de Meslûlü's-Sâfiye olarak verilmiştir (Mehmed Süreyya 1311: 396).

            Akşehirli Ahmet Reşid Efendi araştırmacı bir kişiliğe sahipti. Aynı zamanda şairdir. Şiirine örnek Fatîn Tezkiresi'ndedir.  Şiirlerinden birisi:

                        Gazel-i Nâ-tamâm

“Müptela oldum bu gün bir dilber-i Rana’ya ben

Kalmayub sabra mecal olmuşum bir vaya ben



Şuh reftar-i hoş çok dilbere meyl ettim

Düşmedim alemde böyle afet-i yektaya ben



Herkesi bir güne eyleyub memnun ider,

Bende oldum bi-irade ol yüzü hüsnaya ben



Bahr-ı umman, muhabbet icre gavs olmuşum

Dalmamış idim Raşida böyle bir deryaya ben”

Tamamlanmamış Gazel

            “Bugün ben güzel bir dilbere tutuldum, sabretmeye gücüm kalmadı, yararsız biri olmuşum.

            Neşeli yürüyüşü çok hoş olan dilbere gönül verdim, ben dünyada böyle eşsiz bir afete düşmedim.

            Herkesi bir gün durdurup memnun eder, o pek çok güzel yüzünden ben iradesiz oldum.

             Muhabbet için uçsuz bucaksız denizde bir dalgıç olmuşum.  Raşid olalı böyle bir deryaya ben dalmamıştım.”

           

SULTAN IV. MURAT’IN AKŞEHİR’E İLK GELİŞİ


 Tarihi kaynaklara göre, Sultan IV Murat ilk olarak Revan ve Tebriz Seferi’ne giderken 23 Nisan 1635 tarihinde Akşehir’e geldi.

Safevîlerin, Osmanlı hududunu geçip Osmanlı topraklarına saldırıp yağmalamaları üzerine 18 Mart 1635 tarihinde IV.Murad  hazırlıklarını tamamlayarak sefere çıktı. Sefer boyunca görevinde ihmal gösterenleri, yolda ele geçirdiği zorbaları ve hakkında şikâyet vaki olanları idam ettirdi. İzmit ve Eskişehir üzerinden Akşehir’e geldi. IV. Sultân Murâd’ın Revan Ve Tebriz Seferi Rûznâmesi’nde Akşehir’e geliş şu şekilde yer almıştır:

“Zi’l-ka’de (5) Pazar: Bugün, İshaklu nâm mahalle nüzûl olundu. Ve bu menzile, dört buçuk saatte gelindi. Ve İzmir Kadîsi, kuttâ’i-tarîk olanlara mu’în olmağla, bu menzilde, boğulması içün emir gitmiştir. Ve Yalvaç Kaadîsinin dahi, Otak-ı Hümâyûn önünde başı kesildi. Ve gecesi dahi, bir şakî Yeniçeri, katlolundu.

Zi’l-ka’de 6 Pazarertesi: Bugün, Akşehir nâm menzile, beş sâ’atde nüzûl olundu. Hoca-Nâsıreddîn, bunda medfûndur.

Zi’l-ka’de 7 Salı: Bugün, Arkın nâm mahalle nüzûl olundu. Ve bu menzile, beş sâ’atde gelindi. Ve Karaman Beğlerbeğisi Burnaz-’Alî Paşa, bu gece Ordu’ya gelüp, dersâ’at ahzolunup ve zâlim olmağla, amân verilmeyüp, beyne’l-işâ’ (akşamla yatsı arası) Otak-ı Hümâyûn önünde, meş’aleler yakılup başı kesildi. Ve Karaman Eyâleti ol gece Bolu Beği olan Kör Hazînedâr İbrahîm Beğ’e verildi. Ve Bolu Sancağı, Abaza Mehmet Paşa’nın âdemlerinden, Serhoş-Mehmed Ağa’ya ihsân oldu”

Bu belgeye göre 22 Nisan 1635’de Pazar günü Padişah IV. Murat önderliğindeki Osmanlı Ordusu Sultandağı kazasına geldi. Burada konaklayan ordu, sahte şeyh olduğu ve yol kesenlere izin verdiği için İzmir kadısının boğulması için ferman gönderdi. Yine padişahın otağı önünde gece saatlerinde suçlu bulunan Yalvaç kadısının başı kesildi. Ayrıca eşkıyalık yapan bir yeniçeri öldürüldü.

23 Nisan Pazartesi günü Osmanlı ordusu Sabah erken saatlerde yürüyüşe geçtiler ve beş saatte ordu Akşehir’e geldi. Hava durumu bozmaya başlamıştı. Bulutlar çoğalmış, meşhur Akşehir yeli esmeye başlamıştı. Padişah IV. Murat ve beraberindekiler Nasreddin Hoca Türbesini ziyaret ettiler. Onun ruhu için dualar edildi. Ordudaki askerler türbe ziyaretlerinden sonra dinlenmeye çekildiler ve İmaret Camisi çevresine çadırlar kurulup gece Akşehir’de istirahat edildi.

24 Nisan Salı günü Sabahleyin erkenden Osmanlı ordusu Akşehir’den Ilgın’a doğru yürüyüşe geçti. Beş saatte Arkıthanı’na geldiler. Orada ordu dinlenmeye çekildi. Karaman Beylerbeyi Burnaz Alî Paşa zalim olduğu için gece idam edildi.

Osmanlı padişahı IV. Murat, ilk gelişinde sefere giderken acele etmesi ve yağmurlu havaların baş göstermesi nedeniyle Akşehir’de bir gün bir gece kalmış. Nasreddin Hoca Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra Akşehir’den ayrılmıştır.

 Akşehir’den ayrıldıktan sonra Osmanlı ordusu başında Sultan IV. Murat ile Revan'a doğru yürüyüşe geçti. Yaklaşık 3 aylık uzun yürüyüş sonucunda IV. Murad, Revan önlerine ulaştı. Kale kuşatmaya alındı, 8 günlük kuşatma ile Revan ve civarı ele geçirilmiş oldu.  Daha sonra Tebriz yıkıma uğratıldı. Ancak bu arada IV. Murat‘ın hastalanması ve yürüyüşü tahtırevan üstünde yapmaya başladı. 1 Ekimde Van’a, buradan da Diyarbakır’a gelindi. IV. Murat 13 süreyle dinlendikten sonra İzmit’e yürüyüşe geçildi. IV. Murat devlet ileri gelenleri İzmit’te vardıktan sonra bir kadırgayla İstanbul’a geçildi. Farklı bir yol izlenildiği için dönüşte Akşehir’e uğranılmamıştır.