21 Aralık 2019 Cumartesi

AKŞEHİRLİ ŞAİR BİR MÜDERRİS: AHMET REŞİT EFENDİ




            Şiirlerinde Reşid takma adını kullanan Ahmet Reşid Efendi on dokuzuncu yüzyılda Akşehir’de doğdu.

             Bazı yazarlar tarafından aynı dönemde yaşayan ve bir ara şeyhülislam olan Nevşehirli Ahmet Reşid Efendi ile karıştırmaktadırlar. Akşehirli Ahmet Reşid Efendi 1813 yılında Akşehir’de doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. 1836 senesinde İstanbul'a gelerek Şehzade Camisi civarında bulunan İbrâhim Paşa Medresesi'nde medrese öğrenimi gördü. Burada İmâm-zâde Efendi'den gerekli ilimleri tahsil etti ve müderrislik ruûsunu (diplomasını) aldı.

             Bir müddet Mahmûd Paşa ve Dâvud Paşa Mahkemeleri naipliklerinde bulundu. Yani mahkemelerde nöbetçi yargıçlık yapıyordu.

            1847 yılında Mekteb-i Ma'ârif-i Adliye'ye daha sonra da Bayezid Camisi yakınında bulunan Mekteb-i Rüşdiye'ye öğretmen olarak atandı. Buralarda iki yıl öğretmenlik yaptı.

            1849 yılında Kudüs Mollası oldu. Bu görev için İstanbul’dan ayrılarak Kudüs’e gitti. Burada 5 yıl çalıştıktan sonra İstanbul’a geri döndü.

            1854 senesinde Maliye'de Beytü'l-mâl Kassâmı olarak görev yaptı.  Bu görev İslami kurallara göre miras bırakanların miraslarını varislerine bölme işlemi yapmaktı. 1865 yıla kadar çalıştıktan sonra İstanbul payesini elde ederek Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişi oldu. Bu görevinde iken elli yaşlarında 1863 senesinde İstanbul'da vefat etti.

            Ahmed Reşîd Efendi, Nakşıbendî tarikatına mensuptu.  Kendisini yetiştirmiş alim bir kişiydi. Bilinen eserleri şunlardır:

            1. Füyûzâtü'l-Habîbiyye Ale's-Salâti'l-Meşîşiyye: Tasavvufa dair bir risaledir. Yazma hâlindedir.

            2. Keşkûlü's-Sâfiye Ale'l-Vâridâti's-Sa'diyye: Bu eser meşhur tarikat şeyhlerinden Şeyh Sa'düddîn Cibâvî Hazretleri'nin Arapça bir kasidesinin Türkçe şerhidir. Yazma hâlindedir. Eserin adının baş kısmı Sicill-i Osmânî'de Meslûlü's-Sâfiye olarak verilmiştir (Mehmed Süreyya 1311: 396).

            Akşehirli Ahmet Reşid Efendi araştırmacı bir kişiliğe sahipti. Aynı zamanda şairdir. Şiirine örnek Fatîn Tezkiresi'ndedir.  Şiirlerinden birisi:

                        Gazel-i Nâ-tamâm

“Müptela oldum bu gün bir dilber-i Rana’ya ben

Kalmayub sabra mecal olmuşum bir vaya ben



Şuh reftar-i hoş çok dilbere meyl ettim

Düşmedim alemde böyle afet-i yektaya ben



Herkesi bir güne eyleyub memnun ider,

Bende oldum bi-irade ol yüzü hüsnaya ben



Bahr-ı umman, muhabbet icre gavs olmuşum

Dalmamış idim Raşida böyle bir deryaya ben”

Günümüz Türkçesi ile:

            Tamamlanmamış Gazel

            “Bugün ben güzel bir dilbere tutuldum, sabretmeye gücüm kalmadı, yararsız biri olmuşum.

            Neşeli yürüyüşü çok hoş olan dilbere gönül verdim, ben dünyada böyle eşsiz bir afete düşmedim.

            Herkesi bir gün durdurup memnun eder, o pek çok güzel yüzünden ben iradesiz oldum.

             Muhabbet için uçsuz bucaksız denizde bir dalgıç olmuşum.  Raşid olalı böyle bir deryaya ben dalmamıştım.”

AKŞEHİR’DE BİR SELÇUKLU PRENSESİ: NEVRESTE SULTAN




            Türkiye Selçuklu döneminde evlenip Akşehir’e yerleşen Selçuklu prenseslerinden Nevreste Sultan şifalı elleriyle hastaları iyileştiriyordu. Halk tarafından tanınıp sevilmesi sonucunda mezarı bir yatır haline getirilmiş ve ne yazık ki zamanla horasan erenleri ile karıştırılmış, erkekleştirilmiş ve din alimi olarak gösterilmiştir

            Akşehir’in Konya’ya yakın olması ve verimli topraklarının bulunması nedeniyle her zaman Selçuklu hükümdar ailesinin ilgisini çekmiştir. Bu nedenle hükümdardan Akşehir ve çevresinden tımar ve ikta alan hükümdar yakınları Akşehir’de yaşamışlardır. Bazı Selçuklu prensesleri Akşehir ve çevresinde evlenerek buraya yerleşmişlerdir.

Türklerin sultan ve ailelerini kutsal görmesi ve Akşehir’e yerleşen sultan yakınlarının fakir halka yardım etmesi, yemek vermesi gibi uygulamalar onlara saygı duyulmasına neden olmuş ve Akşehir’in unutulmazları arasına girmişlerdir. Özellikle Nadir köyü sultan yakınlarınca en çok tercih edilen köydü. Ayrıca Seyyid Mahmut Hayran Türbesi’nin yanındaki mezarlıkta pek çok Selçuklu şehzadesi ve prensesinin mezarı vardı. Ancak 1931 yılında mezarlığın kaldırılıp çocuk parkı yapılması nedeniyle bu mezarlar ve mezar başlıkları kayıp olmuştur.

Devamlı yağmalanan Akşehir’de maalesef günümüze çok az prensesin ismi gelmiştir. Bunlardan birisi de Nevreste Sultan’dır. Nevreste Sultan hakkında kaynaklar yok denecek kadar azdır. Pek çoğu yakin zamanda yazılmış ve hatalı bilgiler vermektedir.

Öncelikle Nevreste, Farsça bir kız adıdır. Anlamı ise yeni yetişmiş, genç, tazedir. Çoğulu Nevrestegan’dır. Selçuklu döneminde saray ve çevresinde Farsça adların sık kullanıldığını kaynaklar belirtiyor. `Sultan` ise o dönemde bazı büyük din bilginlerine ve Selçuklu ailesinden olanlara verilen bir unvan idi. Dolayısıyla bu durum bazı karışıklıklara neden olmuştur.

Nevreste Sultan ile ilgili kaynaklardan biri Şair Haki’nin “Akşehir Medhiyesi”dir. Burada:

Bulara aşina ol sen dilersen iresin doste

Bilürsün ayni hikmettir yatan “Sultan Nevreste”

İrübün haki payine şifa bulur nice haste.”

Şair: “Bilirsin burada yatan Sultan Nevreste yaşamış bir bilgedir. Bunları iyi tanı ki istediğinde dosta varırsın. Ayağının tozuna erişen nice kişiler şifa bulmuştur.”

Anadolu, çok eski devirlerden beri pek çok kavimlerin yerleştiği, çeşitli uygarlıkların kurulduğu ve bu nedenlerle gerçek kültür ve uygarlık hazinesine sahip olan bir toprak parçası. Bu hazinenin önemli bir bölümünü de halk hekimliği ve halk ilaçları oluşturuyordu. Halk hekimliğinin hekimleri belirli hastalıklarla uğraşan aile fertlerinden oluşuyordu. Bu tedavi etme kudretini ailesinden kan yoluyla alıyor ve babadan oğula, nesilden nesile devam ettiriyordu. Bu yetkiyi elde etmek için bir öğrenim ve eğitime gereksinim duyulmuyordu. Yalnız, başarılı olabilmek için bazı kurallara dikkat etmeleri gerekiyordu.

Kan bağıyla yetki almayan halk hekimlerine "izinli" denmektedir. Çocuğu ve yakın akrabası olmayan kişi, kabiliyetli gördüğü bir çocuğu yanına alarak eğitmekte ve zamanı gelince "elverme" töreniyle tedavi gücünü çırağına devretmekte idi.

 Genellikle halk arasında kadınların bu tedaviyi uyguladığı ve “Benim değil Fatıma Anamızın eli” diyerek vücudun hasta yerini el ile uyarmakta idiler. 'Sebebi elden, dermanı Allah'tan” diyerek hastalığı iyileştirmeye çalışıyorlardı. Akşehirli hastalara derman olmaya çalışan Nevreste Sultan öldükten sonra gücünün mezarının bulunduğu toprağa geçtiğine inanılarak hastalar bu mezarı ziyaret ederek toprağına yüz sürmüşlerdir.

Nevreste Sultan hakkında ikinci kaynak ise Mustafa Cavit’in eseridir. Mustafa Cavit tarafından1934 yılında yazılan “Akşehir kitabeleri ve tetkikat- Akşehir’de gömülü ünlü insanlar” isimli kitabında 38. sayfada yer almaktadır. Buna göre:

“Hayat hikâyesi bilinmemektedir. Mezarı ise İstasyona giden caddenin üzerinde ve debboy civarında mevcut ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş bir mezarda yatmaktadır.”

İbrahim Hakkı Konya’lı, “Nasreddin Hocanın şehri Akşehir, tarihi - turistik kılavuzu” kitabında:

“Nevreste Sultan denilen bu zatın türbesi Meydan Mahallesinde İbrahim’in dükkanı ittisalinde idi. Şimdi arsa halindedir. Hüviyeti ve ölüm tarihini gösteren bir vesika elimize geçmedi.” Şeklinde belirtmektedir.






FİLOZOFU DİNLERKEN AKŞEHİR'İ DÜŞÜNMEK




            Halide Edip, 1935 yılında Hindistan gezisi sırasında ülkenin ileri gelen düşünürlerinden Bhulabhai Desai'yi dinlerken onu başta Akşehirli olmak üzere Anadolu insanı ile karşılaştırıyor.

            Halide Edib Adıvar (d. 1884- ö. 9 Ocak 1964), Türk yazar, siyasetçi, akademisyen ve öğretmen idi. Halide Onbaşı olarak da bilinir. Kurtuluş Savaşı sırasında uzun süre Akşehir’de kalmıştı.  Yazar, Akşehir'in insana barış ve huzur, güzellik aşılayan havasını soluduktan sonra dünyaya bakış açısı değişmiş ve ruhunun huzur bulduğu her ortamda aklına Akşehir'in geldiğini yazılarında belirtmiştir.

            Halide Edib, 1935'deki Hindistan gezisine dair izlenimlerini   "Hindistan'a Dair" adlı kitabında anlatıyor. Çeşitli konferanslar vermek üzere Hindistan'a giden yazar bu ülkenin tanınmış ileri gelenleri ile buluşmuş ve konuşmalarını dinlemişti.

            Halide Edib'in, Hindistan’da bulunuşunu kaleme almasının ilk nedeni, Hindistan'ı kendi ruh iklimine yakın bulmasıdır. Yazar, Hindistan'da bulunduğu süre içinde birçok kişiyle yakın ilişkiler geliştirip evlerinde misafir olmuş. Ona evlerini açan insanları, farklı din ve dünya görüşlerinde olsalar da hiçbir şekilde yadırgamadığını söylüyor. İkincisi ise kitapta da adına sık rastladığımız Halide Edib'in eski dostu Dr. Ensari'ye, ülkeyi gezdikten sonra intibalarını yazacağına dair söz vermesidir. Ensari, Hindistan için de çok önemli biri aynı zamanda. Adıvar'ın ülkede bulunduğu sürede ilişki kurduğu aydınların önde gelenlerindendir. Son olarak da Adıvar'ın, bundan yaklaşık bin yıl önce yazılan El-Biruni'nin Tahkik-i Hind adlı eserinden etkilenmesini sayabiliriz.

            Bir de Hindistan'ın o dönemki siyasi durumu var. Ülke, İngiltere zincirlerinden yavaş yavaş kurtulmakta, yeni bir Hindistan fikrinin filizlenmeye başladığı yılları yaşamaktadır. Bu yeni Hindistan fikrinin temellerini ise çok renkli, çok dinli, çok kültürlü yapıyı tek potada eriterek "bir Hind milleti" yaratma çabası meydana getiriyordu. Halide Edib'in de görüşmelerde bulunduğu, yakınlık kurduğu Mahatma Gandi, Muhammed İkbal, Sarojini Naidu ve Dr. Ensari gibi isimler de bu filizlenmenin önderleri konumunda idiler. Tanıştığı ve konferansında bulunduğu kişilerden biri de Bhulabhai Desai idi.

            Bhulabhai Desai, tanınmış Hint özgürlük savaşçılarından ve bağımsızlık aktivistlerinden biriydi. Aynı zamanda alkışlanan bir avukattı. Desai, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz egemenliğine karşı ihanetle suçlanan Hint Ulusal Ordusu'nun (INA) 3 askerini savunmasıyla ünlüdür. Bu savunma daha sonra “INA Defence” adıyla kitaplaştırıldı. Bu kitap pek çok ülkenin Hukuk Fakültelerinde okutuldu.

            Halide Edip, "Hindistan'a Dair" adlı eserinde Hintli Desai'yi anlatırken:

             "Gösterişi sevmeyen bu insanın yüzü de pek hatırınızda kalacak şekilde değildir.  Bariz olan bir tek azası yoktur. Beyaz kirpikleri arasındaki gözlerin mülayim ve dost nazarları vardır. Tavrı ne fazla mahcup ne de çalımlıdır. En ziyade sesi Anadoluluyu hatırlatır. Anadolu’nun sesi nasıldır? Kalın ve kulağa hoş gelen, değişmeyen bir ahengi vardır; perdesi değişmez, yükselip alçalmaz. Daima yavaş konuşur. Sözlerinde ve fikirlerindeki ölçü sesinde en çok hakimdir.  Bu içinde hiç bir kuvvetin yenemeyeceği hürriyeti taşıyan insanların sesi!..

            Hülasa Bhulabhai'yi dinlerken gözümü kapar ve muhayyilemi(hayal etme gücünü) kullanırsam Akşehir, Kırşehir, Ankara ve sair herhangi Anadolu şehrinde, tahsil görmüş, görmüş geçirmiş, bilgisi kitaptan ziyade tecrübe ve ölçüsüne dayanan bir Anadoluluyla konuştuğuma inanabilirdim. Diyebilirim ki bizim Anadolu orta sınıf örneği bir genci Oxford'da okutur, yerli harsına Anglosakson harsını ilave ederseniz aşağı yukarı Bhulabhai Desai'ye benzeyen bir örnek hasıl olur. Bu adam ruh iklimime o kadar yakındı ki Hint parlamentosuna sırf onu dinlemek için gittim."

            Akşehir yaşamı, Halide Edib'in ruhunda öyle bir yer edinmişti ki 12 yıl sonra çok uzaklarda olduğu halde aklına ilk gelen yerlerden biri de Akşehir idi.