15 Nisan 2023 Cumartesi

BURSA’DA TEKKE KURAN AKŞEHİRLİ BİR AİLE: NASÛHİLER

 

Bursa merkez Osmangazi İlçesi Hisar semtindeki Filiboz Mahallesi'nde 16. yüzyıl sonlarında Akşehir’den gelen Şeyh Nasûh Efendi bir tekke kurmuştu. Bu tekkenin yönetimi babadan oğla geçerek 1923 yılına kadar gelmiştir. Büyük din alimleri olan bu Akşehirli ailenin üyeleri:

    1- Nasûh Efendi: Akşehir’de doğdu. İyi bir eğitim aldı. İstanbul’a geldi ve Şeyh Mehmed Cemaleddin Aksarayi (Çelebi Halife)’den Halveti tarikatı üzerine eğitim aldı. Bursa’ya geldi. Hisar Semtinde tekkesini açtı ve Halveti tarikatı üzerine eğitime başladı.
    Bu tekkenin giderlerini karşılamak amacıyla II. Bayezid vezirlerinden Mesih Paşa tarafından Setbaşı Köprüsü yakınında 1599 yılında bir hamam yaptırıldı. Nasuh ve oğlu Mehmed’in hamama mütevellilik yapmaları nedeniyle, hamam Nasuh Paşa Hamamı olarak adlandırılmıştı. Nasuh Efendi aynı yıl içerisinde yani 1599’da vefat etti.  Muhterem, ermiş bir evliya idi ve olgun bir insandı.
    2- Mehmet Efendi: Nasuh Efendinin oğludur. Babasının ölümünden sonra Bursa'da Hisar Tekkesi şeyhi oldu. Kendisini Halveti tarikatının Şa’baniye kolunda yetiştirmişti. Kastamonulu Pir Şaban-ı Velî Hazretleri’den dersler almıştı. Az yer, az konuşur, az uyur, yalnız kalmaya ve sürekli zikir ve tefekkür etmeye alışkındı yani riyazeti meşhurdu. Nasuh hamamını yönetmeye devam etmişti. 1631 yılı başlarında Bursa’da vefat etmiştir.
    3- Nasûhzâde Nasûh Efendi: Akşehirli Nasûh Efendi’nin torunu, Mehmet Efendi’nin oğludur. Babasının yerine Bursa’da Hisar Tekkesi’ne şeyh oldu. Tasavvufta nefsine karşı gelerek kendini terbiye eden ve böylece manevi makamlara erişen bir derviş idi. Günlerini ibadetle geçirirdi. 1687 tarihinde vefat etti. Yerine oğlu Alâeddin Ali Efendi geçti.
    4- Alâeddin Ali Efendi (Nasuhzâde): Babası Akşehirli Şeyh Nasuh Efendi'den eğitim gördü, ondan icazet aldı. İlkin Bursa Hisar'daki Alaattin Camisi'nde çevresini aydınlatmaya başladı, daha sonra Filiboz Mahallesi'nde, hocası  ve babası Nasuh Efendi'nin tekkesine şeyh oldu.
Onun zamanında yani 1688’de  Nasûh Paşa hamamının  masrafları karşılanamadığından  kadınlar kısmı bir kadı hükmüyle  yıkılmış, geliri erkekler kısmına harcanmıştı. Yapı, günümüzde de  hamam olarak hizmet vermekte olup, mevcut haliyle orijinalliğini büyük ölçüde korumaktadır.
Alâeddin Ali Efendi 1696 yılı başlarında vefat etmiştir. Ermiş sayılanlardandır. Tekke’de düzenlemeler yapmış ve tekke onun zamanında Nasûhi tekkesi olarak anılmaya başlanmıştır.
 Alâeddin Ali Efendi’nin ölümünden sonra Nasûhi tekkesinde sırasıyla Kemter Ali Efendi (öl. 1724), Halil Efendi (öl. 1760), Seyyit Ömerzâde Ömer Efendi (öl. 1778), Halil Efendi (öl. 1799), İbrahim Efendi (öl. 1814), Osman Efendi (öl. 1826), Kudretullah Efendi (öl. 1849), Zâik Efendi (öl. 1852), Necat Efendi (öl. 1874), Hakkı Efendi (öl. 1892), Evliya Mustafa Efendi (öl. 1893), İsmail Efendi (öl. 1899), İbrahim Efendi (öl. 1908), Derviş Ali baba bin İsmail (?), Halil Şükrü Kadirî Nakşî (öl. 1923) şeyh olmuşlardır.
Halvetiye yöntemiyle ibadet yapan bu tekke, son şeyhinin 1923’de ölmesi ile kapalı duruma gelmiş ve Tekke ve zaviyeler kanunu ile fiilen kapatılmıştır.

23 Şubat 2020 Pazar

FATİH SULTAN MEHMET’İN AKŞEHİR’İ ALMASI




868(M.1463/1464) yılında Karamanoğlu İbrahim Bey’in vucüdü bu dünyadan ayrıldı. Geriye yedi oğul birakmıştı. En büyük oğlu İshak bey bir cariyeden doğmuş olmakla İbrahim bey’in gözünün nuru idi. Bunun için sağken İç-il yöresini ona layik görmüştü ve en kıymetli eşyalarını ona emanet etmişti. Öteki oğulları yani, Pir Ahmed, Karaman, Kasım, Alaaddin, Süleyman ve Nure Sofu ise Sultan Murat hazretlerinin kız kardeşi olan soylu hatundan doğmuş olması nedeniyle İbrahim Bey’den yüz bulamadılar ve aralarında anlaşarak  Konya’yı kuşattılar. Bu sırada Karaman Beyi İbrahim Bey vefat etti. Pir Ahmet Bey, Konya’da beylik postuna oturdu. Süleyman ile Nure-Sofu Sultan Mehmet Han Gazi kapısına sığınmakla baştacı edildiler ve verimli tımarlarla iltifat görmüşlerdi.

İshak Bey, Uzun Hasan’dan yardım istedi ve karşılığında para vereceğini vaat etti. Bunun üzerine Uzun Hasan asker göndereceğini belirtti.  Bunu duyan Konya’daki Pir Mehmet, Fatih Sultan Mehmet’ten yardım istedi. Uzun Hasan Karaman  ülkesini yağmaladı. İshak Bey’i Karaman tahtına oturttu.

İshak bey, Padişahın Pir Ahmet Beyi destekleyip yardımda bulunacağını öğrenince zamanındaki bilginlerden Molla Sarı Yakup oğlu Ahmet Çelebi’yi elçilik göreviyle göndermiş ve kardeşlerine yardım edilmediği takdirde Akşehir ile Beyşehir’i armağan olarak sunacağını bildirmişti. Fatih ise Server Çavuşoğlu Çavuşbaşı Ahmet Bey’I İshak bey’e yollayarak şöyle buyurdu. Bize arz ettiği peşkeş daha önce yasalara uygun olarak satın alınan yerler olmakla apaçik bize ait olduğundan gayrı, gücümüzün parlaklığı ve ateş saçan kılıcımızın vuruşlarıyle de kaç kez yönetimimiz altına girmişti. Bu güne armağan sözü eylemek, kutlu ölmüşü azat etmektir. Kardeşlerinin düzeninden emin olmak dilerse, Çarşanba suyunu hudut kesip beri yakasını keremli beylerimize teslim etsin.

Ahmet bey kendisine verilen elçilik görevini yerine getirdiğinde, ne razı olduğuna, ne de kabul ettiğine ilişkin bir yanıt çıkmadı. Ahmet Bey’de bu sıkıntılı haberle dönüp tahtkentine geldi ve İshak bey’in Uzun Hasan’ın  desteğine güvenerek serkeşlik ettiğini belirtti. Bunun üzerine Padişah, Pir Ahmet Bey’e ettiği vadi uygulamaya koyuldu. Antalya Beyi Hamza Bey’i  bazı sınır beyleriyle birlikte Pir ahmet Bey’e koşup, sayısız ağır askerle Karaman diyarına yolladı. Ermenek’te ve bir söylentiye göre Dağ Pazarı’nda iki taraf tutuştular.  İshak Bey bozguna uğrayip, hazinesini alıp Uzun Hasan ülkesine kaçtı.  Hatunu ile bir oğlu Silifke kalesinde kaldı. Pir Ahmet Bey, Padişahın yardım kuvvetlerinin desteği ile Karaman diyarını ele geçirip  İç-el’e de el koydu. Sadece Silifke kalesi İshak bey oğlu hükmünde kaldı.

 Pir Mehmet Bey, Akşehir, Beyşehir, Sıklanhisarı ve Ilgın Pazarını Padişahın değerli beylerine teslim eyledi. Ama bir süre sonra Padişaha bağlılığını sona erdirdi ve başına buyruk olmak istedi. Padişahtan Ilgın pazarı’nı ve o yörede bulunan doğal hamamı istedi.

Bu durum üzerine Fatih Sultan Mehmet, Karaman üzerine sefer yapmaya karar verdi. Pir Ahmet Bey Larende’ye kaçtı ve gizlendi. Fatih Sultan Mehmet, Konya yakınlarındaki Gevale  kalesini  aldıktan sonra Konya’ya girmişti. Mahmut Paşa’yı da askere serdar eyledi ve Larende’ye gönderdi. Mahmut Paşa ile Pir Ahmet Bey arasında büyük bir savaş olmuş ve Karaman beyi yenilmiş ve kaçmıştı.  Daha sonra bu kaçıştan Mahmut Paşa sorumlu tutulmuştu.  Esir edilen Karamanlılar Konya’ya getirildi ve cezalandırıldılar.

Daha sonra Mahmut Paşa’ya Turgut oğulları ne yakada ise aranıp bulunması ve kargaşanın kaynağı olan varlıkları yok edilip gözlerden yitirilmesi işaret olundu. Paşa onların Bulgar dağına kaçtıklarından haberli olmakla o yöreye at kopardı. Onlar ise Paşa’nın erişmek üzere olduğunu öğrenince, Mısır-Memlük sınırı üzerinden Tarsus’a kaçtılar.  Paşa da dağda tepelerde bulduğu turgudlu kalıntılarını zincire çeküp Kapı’ya getirdi ve Padişah buyruğu ile varlıklarını ortadan götürdü. Sonra Paşa’ya Konya ve larende de bulunan zanaatkâr ve ustaların göçürülmeleri yararlı olanların İstanbul’a sürülmesi ferman buyruldu. Böylece Karaman vilayeti Osmanlı topraklarına katılmış oldu ve yönetimine Sultan Mustafa’nın getirilmesine karar verildi.

Padişah taht kendine doğru yola çıktı ve Afyon’da Mahmut Paşa’yı azletti.

BİR TÜRKÇECİ ŞAİR AKŞEHİR KAYMAKAMI: GALİP ABDÜLHALİM PAŞA




Halkın konuştuğu dilde şiir söylediği için “Türk Galip” olarak ta bilinen Galip Abdülhalim Paşa aslen Niğdeli olduğunu söylüyor, ama İstanbul'da doğmuş. Doğum yılı belli değil. Divan kâtipliği, mühürdarlık, kaymakamlık, mutasarrıflık ve defterdarlık gibi çeşitli görevlerde bulundu.

 İlk memuriyetinde maliye mektubu odasına girmiş. Ardından sırası ile, Kaptan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Paşa'nın mühürdarlığına ve Tahir Paşa mareşal iken divan katipliğinde bulunmuş. Sonra Marmara Voyvodalığı yapmış. Hatta Galip Paşa, eski başbakan İzzet Paşa'nın divan kâtipliğine değin yükselmiş. Ulaştırma Bakanı'nın müsteşarı olmuş, sonra Akşehir kaymakamlığı ile bir süre Urfa Viranşehir kaymakamlığı ve Ankara defterdarlığı yaptı. Galip Paşa buraya sığdırılamayacak kadar çok bürokratik kıdem ve sorumluluk almış. En son Tırnova mutasarrıflığında iken görevden alınmış. 10 Eylül 1876'da ölmüş ve Üsküdar mezarlığına gömülmüş.

İşte Galip Paşa, çeşitli coğrafyalarda Anadolu'yu karış karış gezerken toplamış olduğu halktaki yansımaları şiirlerinde dile getirmiş.  Özellikle Kastamonuluların şivesinden çok etkilenmiş ve bu şive ile şiirlerini yazmıştır. Kastamonu ağzıyla yazdığı şiirlerini Mutayebat-ı Türkiye adlı kitapta topladı. Baskı tarihi belli olmayan bu yapıttan, daha sonra bazı şiirler yeni harflerle yayımlandı (1943).  Yakın zamanda Alt-Üst Yayınlarından çıkan “Mutayebat-ı Türkiyye- Türkçe Eğlencelikler” ilk kez tam metin olarak Osmanlıcadan Türkçeye çevrildi. Paşa, cinsel temalı, komik, zaman zaman hicivlerle örülü 81 gazelini topladığı eseri, dönemin Padişahı Abdülaziz'e ithaf etmiş ve kitabının başında, dönemin padişahı Abdülaziz'e uzun bir övgü düzmeyi uygun görmüş:

"Cihanın şahı merhametli Abdülaziz Han

Süs ve bezek olsun saltanatla adalet tahtına

 O hanlar hanına eylemiş Allah bereket ve ihsan

Oturuşuyla beraber canlılık geldi dünyaya..."

Eser, yazarının ifadesiyle, 'boş vakitleri eğlenceli geçirebilmek' amacıyla yazılmış. Şiirlerin sunuş bölümünde Galip Paşa “kaba Türkçe” ile yazdığını belirterek şöyle diyor: “Şiirlerime Türk usulü garip bir külah giydirerek yeni bir tarzda meydana çıktım ve yine bir destana girdim. Eğlence arasında cüret diliyle yüze çarpılan ayıplardan dolayı ortaya çıkacak günahların affını tanrının uçsuz bucaksız bağışlama denizine salıp gönderiyor acizane bu derme çatma gazelleri gözler önüne koyuyor, saygıdeğer okuyucularımın insaf dolu anlayışlarına sığınıyorum”.

            Neden böyle bir şive ile yazdığını Galip Paşa, kendine özgü alaycılığıyla, bir açıklama getirmiş kitabında: "Adlı sanlı şairler de mazmun üretenlerin latife bahçelerini, uz söz sergileyenlerin seçme yemişlerini yiyip bitirmiş ve arkadan gelen eli boşlara ancak kabuğunu bırakmış olduklarından, artık bu yolda ileri geri söz söylemek duyarlı kişilerin gözünde insaf sınırlarını zorlar görüleceğinden ve bu aciz kulun zaten ortada olan beceriksizliği de buna eklenince onların izinden gitmek yakışık almayacağından ister istemez başka bir yola girilmiştir. Gereğince kaba Türkçe sözler ile Kastamonu vadisinde mazmun sergileme işi Allahtan bu zavallı acize verilmiş olduğundan, yaş kuru ne varsa işte dizim ipine dizilen Türkçe şiirler seçkinler derneğinin tuzu olsun diye düzenlenmiş basılmıştır..."

Kaba dil araştırmaları yapanlar “Mutayebat-ı Türkiyye'yi fazlasıyla ilginç bulmakta ve, kaynak kitap düzeyinde görmektedir. Şüphesiz her eser kendi çağı ile ve kendi bağlamıyla birlikte değerlendirilmelidir. Eserin o devirde erkek okuyucular için yazıldığına şüphe yoktur. Bu eserde Himmet ile Keziban, Galip Paşa'nın eğlenceli şiirlerinde yarattığı erkek ve kadın tipleridir. Galip Paşa'nın dizeleri boyunca, Himmet ile Keziban eğleşiyorlar, dövüşüyorlar, anlaşıyorlar, sevişiyorlar. Önce Himmet, Kezibanı gördüğünde:

"Mencülse gelüp Kezibanu Himmet bile gördü

Cinlendü teres ayyu gibi emme böğürdü

Dikdi göğe gaffasunu koppek gibi ürdü

Cinlendü teres ayyu gibi emme böğürdü..." derken Himmet’in, Keziban'ı görür görmez azdığını, ayı gibi böğürdüğünü, kafasını göğe dikip köpek gibi ürüdüğünü anlatıyor. İlerleyen bölümlerde şiirin ana kahramanı Himmet’e "Keziban'ın cilveleri her şeyi unutturuyor:        'Sohulunca bana cifleyle o nazlu gadunum

Ne yapub neşledüğüm kökten unutdum bu zebah' diyor. Üstelik de,

'Gapdun bu gönlümü neceb itdünse ah anuş' diye soracak denli 'şaşkın' bir âşık olduğunu göstermekten çekinmiyor..."

Şairin dünyasında kadın en fazla yiyeceklere benzetiliyor. Teninin keşten yani peynirden daha ak, kollarının dolma kabak, yanağının elma, dudağının pekmez, bal, pestil olduğu söyleniyor.

“Bak sevdügümün govdesü keşden daha akdur

Kendü yuvalakdu

Gor benlerünü gap gara say ki bi budakdu

Kökden pıtırakdu

Gollarunu şöyle yuduv tolma gabakdu

Çok ganu sıcakdu

Gun yüzlü kömür gozlü gozel dün bana bakdu

 Meylim ana akdu”

Galip Abdülhalim Paşa, 19. yüzyılda Anadolu'nun birçok yerinde çok çeşitli devlet görevlerinde bulunmuşsa da, gazellerini hem tümüyle "zarafetten yoksun" alanlarına ayırdığı, hem de köylü ağzıyla kaleme aldığı için, anlaşılan o ki pek Osmanlı'dan sayılmamış. Ancak Türk edebiyatında halk ağzını kullanarak yerici nitelikte gazel yazmayı deneyen ilk şairdir.


22 Şubat 2020 Cumartesi

AKŞEHİRLİ GENÇLERİN CEZAYİR’E GÖNDERİLMESİ İLE ONLARA YAKILAN TÜRKÜ




            Anadolu sahasında Türk düğün törenlerinde sıklıkla icrâ edilen türkülerden biri olan “Cezayir Türküsü” aslında bir ağıttır. Akşehir’de de bu ağıt zamanla değişime uğrayarak oyun havası halini almıştır.

            Kuzey Afrika ülkesi Cezayir, 1516-1830 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde bir eyalettir. Türk denizcilerinden Oruç Reis ve Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı topraklarına bağlanmıştır. İmparatorluğun sınırlarına dahil olan Cezayir, Tunus ve Trablus’a Türk idari teşkilâtında Osmanlı yönetimince, “Mağrip Ocakları” veya “Garp Ocakları” adı verilir. Bütün Akdeniz’de etkin bir güç haline gelen Türk denizcilerinin reisleri, “Cezayir Dayıları” adıyla anılır. “Dayı” denilen

bu kişiler, Türk denizcileri olarak Kuzey Afrika’dan Anadolu’ya, Ege kıyılarından Rumeli’ye uzanan oldukça geniş bir coğrafyada etkin kuvvet haline gelirler. Bu etkin olma, savaşmaya dayalı bir hayat tarzına bağlıdır. Türk denizci reislerinin Akdeniz’deki gücü; giderek yayılması, doğal olarak, yeniçerilere ilâveten, Anadolu’nun çeşitli illerinden donanmaya binlerce askerin katılımıyla gerçekleşir.

Bunların büyük bir kısmı, Anadolu’da, dönemin hukukî terimiyle “çiftbozan” diye tanımlanan çiftçi köylülerden oluşur.

            1516 yılından itibaren Cezayir’i savunmak için leventlere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Yavuz Sultan Selim döneminde Batı Anadolu'dan Akdeniz'de denizcilik yapmak üzere asker toplanmasına verilen müsaade XIX. asrın ikinci yarısına kadar devam etti. Cezayir dayılarının sahip olduğu Evliya Çelebi’ye göre deniz üzerinde birer dağ gibi duran gemiler Ege sahillerine demir attıktan sonra dayılar, kasabaları ve köyleri dolaşıp asker toplarlardı. “terlemeden para kazanmak ve solumadan

can vermek isteyenler bayrağımız altına gelsin” diyerek tellal çağırtırlardı. Ana vatanda bir kabahat işleyerek kaçanlar, anasına, babasına gücenenler, kavgacı ve maceracı tabiatlerinin şevkiyle talihini denemek isteyenler hep Cezayir’e koşardı.      Cezayir Yeniçerisi olabilmek için Türk olmak ve Türkçeden başka dil bilmemesi şarttı. Genelde bu kişiler Üsküdar, Sinop, Ankara, Urfa, Edirne, Akhisar, AKŞEHİR, Bodrum, Bergama, Bosna, Diyarbekir, Denizli, Antep, Tokat, Sivas, Menteşe, Kıbrıs, Sofya ve Gürcistan gibi şehir ve bölgelere mensuptu. Dayıların topladığı evlenmemiş gençlerden oluşan bu kişiler sahillerde bulunan gemilere götürülüyordu. Evliya Çelebi’ye göre bu gemilere beş yüz levent, beş yüz gemici ve her birine ikişer bin asker konuluyordu.

            Gemilerin Cezayir’e varması ile bu gençler, ocaklara yerleştirilip askeri eğitim veriliyordu. Bunun yanı sıra çeşitli meslekler öğretiliyordu. Bazıları Yeniçeri Ocağından ayrılıp mesleklerini yapıyorlardı.  Eyaletteki mesleklerine göre bostancı, bahrî, bakırcı, bıçakçı, boyacı, terzi, demirci, kuyumcu, bozacı, tavukçu ve kahveci gibi lakaplarıyla kolayca tanınıyorlardı.

            Ocaklarda yaşayan yeniçerilerin evlenmeleri yasaktı. Ancak ocaktan ayrılan Anadolulu gençler yerli Arap kadınlarla evleniyorlardı.  Bu evliliklerinden doğan ve “kuloğlu” denilen melez bir sınıf oluşmuştu. Gerek Türkçe gerekse İngilizce ve Fransızca olarak bu toplumu ifade etmek için kullanılan Kuloğlu kelimesi farklı şekillerde yazılmaktadır. Bunların çeşitliliği kelimenin Türkçe asıllı olmasına rağmen Arap harfleriyle yazılmasından kaynaklanmaktadır: Kırgılı, Korolu, Küroğlu, Kourouglis, Karakoloğlu, Couloughlis, Coul-ouhglou, Culuglis, Kouloughlis ve Kulughlis gibi. . Bunlar, merkezî idare ile yerli halk arasında irtibatın âhenkli şekilde yürütülmesinde etkin görevlerde bulunuyordu. Çoğunluğu Anadolu’dan gelen babalarına oranla çok iyi eğitim gördüğü için eyaletin beylerbeyilik, dayılık ve beylik görevleri hariç üst makamlarda görev almakta ve içlerinden çok sayıda âlim yetişmekteydi.

            Cezayir’deki bu Yeniçeriler sık sık düşman denizcileri ile savaştıkları için çoğu şehit düşüyordu. Azalan Yeniçeriyi tamamlamak için yine Ege sahillerine gemiler yanaşıyor. Dayı başları kasaba ve köyleri dolaşarak yeni Türk gençlerini Cezayir’e götürüyorlardı. Bu durum 1830 yılında Cezayir’in Fransız işgaline kadar devam etmiştir.

             Tarihi kaynaklar üç yüzyıl Cezayir ülkesine Anadolu Türkmenlerinden leventlerin seçilip gönderildiğini gösteriyor. Türklerin, buralarda binlerce evladını şehit verdiği anlaşılıyor. Anavatanlarından ayrılıp uzak ülkelerde şehit olan bu gençlerin artından geride kalanlar acılarını ve hasretlerini söze ve ezgiye dökülüp ifade edilmişlerdir. Akşehir düğünlerinde çalınan Cezayir türküsünün sözleri şöyledir:

CEZAYİR TÜRKÜSÜ

Cezayir'in harmanları savrulur

Savrulur da sağ yanına devrilir

Eller annem der de başım çevrilir



Çelenleri mermer taşlı Cezayir

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir



Cezayir'in menekşesi top biter

Arasında eğlim eğlim ot biter

Bu ayrılık annem bize çok gider



Çelenleri mermer taşlı Cezayir

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir



Cezayir'in yüksek olur evleri

İçindedir ağaları beyleri

Türkçe bilmez Arapçadır dilleri



Çelenleri mermer taşlı Cezayir

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir



Cezayir'in gemileri yağlanır

Yağlanır da iskeleye bağlanır

Eller annem der yüreğim dağlanır



Çelenleri mermer taşlı Cezayir

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir



Cezayir'in harmanları savrulur

Savrulur da sol yanına devrilir

Sarı buğday samanından ayrılır



Sokakları mermer taşlı

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir



Gemilere çürük tahta dayanmaz

Yiğitlere gaflet bastı uyanmaz

Aman Allah buna canlar dayanmaz



Sokakları mermer taşlı

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir



Cezayir'i bir ikindi bastılar

Camilere çifte çanlar astılar

Yiğitleri kurban diye kestiler



Sokakları mermer taşlı

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir

ÖLEN AKŞEHİR BEYİNİN MALLARININ YAĞMALANMASI




            II. Selim zamanında Akşehir Beyi olan Davut Bey ölünce mallarına varisleri ve bazı Kürtler el koydular. Bu durum Osmanlı padişahı II. Selim’in  hoşuna gitmemişti.

            Kanuni Sultan Süleyman son seferinde 7 Eylül 1566’da vefat etti. Kütahya yakınlarında bulunan oğlu Şehzade Selim, İstanbul’a hareket etti. 30 Eylül’de Üsküdar’a vardı. Herkes babasının ölümünden habersizdi. Üsküdar İskelesine saltanat kayığı ile gelen Bostancıbaşı Davut Ağa, Sultan Selim’in padişahlığını ilk tanıyanlardan biri olarak onu saltanat kayığı ile Topkapı’ya geçirdi. Daha sonra tahta oturarak padişah olan II. Selim,  Davut Ağa’nın bu iyiliğini unutmadı ve ona Akşehir’de miri araziler vererek Akşehir Beyi yaptı.

            Akşehir Bey’i olan Davut Bey, Akşehir’e gelip yerleşti ve özellikle deve, at, katır gibi hayvanlar yetiştirmeye başladı. Ayrıca çeşitli köylerde kendi adına ekimler yapılıyordu. Bu alanlar kendisine miri arazi olarak verilmişti. Miri arazi devlet tarafından kiralanan yerler idi. Toprak devletin idi ve bu topraklar mirasçılara bırakılamazdı. Akşehir Beyi Davut Bey 1568 yılında vefat etti.  Ölen Davud Bey'in hayvanlarına, padişaha ait yerlerine ve ürünlerine Akşehir’deki mirasçıları ve bazı Kürtler el koydular. Bunu haber alan Padişah II. Selim, Akşehir Kadısına bir ferman gönderdi. İşte bu ferman:

            “Akşehir sancağı kâdîlarına hüküm ki:

            Bundan akdem livâ-i mezbûr Beği iken fevtolan Dâvûd Beğ'ün mîrîye deyni var iken Kürd tâyifesinden ba‘zı âdemleri ve vârisleri müteveffâ-i merkûmun atların ve develerin ve katırların alup gaybet eyleyüp ve ba‘zıları hâsları mahsûline ve sâyir metrûkâtına dahliderlerimiş.

            Buyurdum ki:

            Selîm Çavuş vardukda, müteveffâ-i mezbûrun hâsları mahsûline ve at u deve ve sâyir metrûkâtına mezbû[r]lardan ve gayriden kimesneyi dahl ü ta‘arruz itdürmeyüp bu bâbda müşârun-ileyh çavuşuma virilen mufassal ü meşrûh emr-i şerîf mûcebince amel eyleyüp mîrîye alâkası [var ise] ashâb-ı hukûkdan ve vârislerinden bir akça ve bir habbesine dahlitdürmeyüp müşârun-ileyh çavuşuma ol emr-i şerîf mûcebince zabt u tasarruf itdüresiz ve mezbûr çavuşum varmadan atından ve devesinden ve katırından kimesne nesne alup gaybet itmekden hazer idüp onat vechile hıfzitdüresiz.

Yazıldı.      Ferhâd Çavuş'a virildi. Fî gurre-i Cumâde'l-ûlâ, sene: 976

            Günümüz Türkçesi ile:

            “Akşehir sancağı kadılarına hüküm ki:

            Bundan daha önce adı geçen sancağın Beyi iken ölen Dâvûd Bey’in kiralık araziden borcu var iken Kürd kavminden bazı kişiler ve mirasçıları adı geçen ölü kişinin atlarını ve develerini ve katırlarını alıp başka yere götürdüğü ve bazıları padişaha ait yerlerine, ürünlerine ve buna benzer mirasları kendi mallarına karıştırmışlar. Buyurdum ki:

            Selim Çavuş varınca, adı geçen ölü kişinin padişaha ait yerlerini, ürünlerini ve at, deve ve adı geçen ölünün buna benzer miraslarını başka kimseyi dahil etmeden ve saldırmalarına izin vermeden bu aşamada adı önceden söylenmiş olan çavuşuma verilen ayrıntılı açıklanmış emri şerifime uygun olarak hareket edip kiralık arazi ile alâkası var ise hukuk sahiplerinden ve vârislerinden bir akça ve bir tanesi dahi bırakmadan ismi önceden söylenmiş olan çavuşuma ol emri şerifime uygun olarak zabt edip tasarruf edersiniz ve adı önceden söylenmiş olan çavuşum varmadan atından ve devesinden ve katırından kimse ne nesne alıp başka yere götürmüşse korumaya alıp dürüstçe saklayasınız.

Yazıldı.

Ferhâd Çavuş'a verildi.  Tarih: 22 Ekim 1568”


5 Ocak 2020 Pazar

EŞREFOĞLU’NUN AKŞEHİR YÖNETİCİSİ: HOCA KAMEREDDİN




            Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra bir top gibi devamlı el değiştiren Akşehir yaklaşık 20 yıl boyunca Eşrefoğlu Beyliği’nin egemenliğinde kalmıştır. İşte bu devirde Akşehir yönetenlerden biri de Hoca Kamereddin Naip’tir.

            1302 yılında Eşrefoğlu Beyliğini kuran babası Süleyman Bey’in yerine büyük oğlu Mübarizüddin Mehmed Bey geçti. Mehmed Bey, babasının kendisine bıraktığı ülkeyi genişletmeye çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Kuzeye doğru ilerleyerek Akşehir ve Bolvadin'i ele geçirdi. Tarihi kaynaklar Eşrefoğlu Beyliğinin büyük bir süvari ordusu olduğunu belirtmektedir ve bu beylikte verilen en büyük hediye ise atlardı.

            Yaklaşık 1304-1306 yılları arasında Akşehir’i beyliğine ekleyen Mübarizüddin Mehmed Bey, burayı yönetmek için kendine vekil olarak Hoca Kamereddin’i görevlendirdi.

            Hoca Kamereddin Naip’in asıl adı İzzeddin idi. Dinin ululuğu anlamına gelen İzzeddin yerine yönetici olunca dinin sadık hizmetçisi anlamına gelen “Kamereddin” adını kullanmaya başladı. Eşrefoğlu Beyi yerine Akşehir’i yönettiği için Naip unvanını almıştı.

            Tarihi kaynaklarda hakkında fazla bilgi bulunmayan Hoca Kamereddin Naip yabancı kaynaklarca “Müftü” olarak tanıtılmaktadır. Buradan yola çıkarsak onun küçük yaşta iyi bir dini eğitim aldığını ve çevresinde hoca olarak tanındığı bilgisine ulaşırız.

            Bu devirde yönetim boşluğundan ötürü genellikle Akşehir halkında bir umutsuzluk ve mutsuzluk hakimdi. Tarihi kaynaklarda halkın moral değerlerini yükseltmek için genellikle tarikatlara yöneldiği belirtilmektedir. Aynı yıllarda Akşehir’de Mevlevilik ileri derecede yaygındı.  Akşehir’de Ahi Musa’nın kurduğu zaviye bir Mevlevihane gibiydi. O dönemlerde Mevleviliği uç bölgelerinde yayma faaliyetleri içinde bulunan Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi zaman zaman Beyşehir ve Akşehir'e uğrar ve Beyşehir’de Eşrefoğlu Mehmed Bey'in misafiri olurdu. Mehmed Bey kendisine hürmet ve saygıda kusur etmezdi. Fakat aynı ilgiyi Akşehir’i yöneten Hoca Kamereddin Naip’ten göremiyordu. Çünkü iyi bir dini eğitim alan Akşehir yöneticisinin tarikatlara ve dervişlere itikadı yoktu. Bunu Eflakı “Ariflerin Menkıbeleri” eserinde şöyle belirtmektedir:

            Yine halifelerin sultanı Akşehirli Ahi Musa'dan naklolunur ki:

            “Eşrefoğlu'nun hizmetçisi olan Hoca Kamereddin Naip, Akşehir'de hakimdi. Zalim bir adamdı ve (dervişlere) itikadı yoktu. O, bir gün Çelebi hazretlerinin, etrafına bir takım emirler ve rindler toplandığından günün birinde elinden fena bir hareket, dilinden fena bir söz çıkar korkusuyla Akşehir'den çıkıp gitmesini düşünmüştü. Fakat bu fikrini kimseye açmamıştı. Tesadüfen, ayni günde, gezerken o aslanlar sülalesinin yavrusu Çelebi'ye rastladı. Çelebi ona:

            "Ey Kamereddin! Dostlar bizi bu şehirden yürütmek niyetindeler. Yalnız onlar bizi yürütürlerse, bizim tekrar gelmemiz umulur, fakat bizim yürüttüğümüz adamlar öyle yok olurlar ki artık bir daha bu varlık alemine adım atamazlar," buyurdu.

            Bunun üzerine Kamereddin hemen atından inerek baş koyup mürid oldu. Çelebi'nin altına iyi bir at verdi ve haddinden aşırı hizmetlerde bulundu.”

            Eşrefoğulları Beyliği'nin ömrünün çok kısa olmasına rağmen bu dönemde özellikle mimarî alanda çok güzel eserler yapılmıştır.  Tarihi kaynaklara göre Akşehir’de de Mübarizüddin Mehmed Bey tarafından bir cami yaptırılmıştır. Bu Bey’in Akşehir’deki vekili olan Hoca Kamereddin Naip öncülüğünde yapılan bu cami günümüze kadar gelememiştir. Bunun nedenlerinden biri Eşrefoğlu Camilerinin ahşap direkli ve toprak damlı olması idi.

            Sonunda Mevleviliği kabul eden Akşehir yöneticisi Hoca Kamereddin Naip  aynı zamanda at besleyen varlıklı bir süvari idi.



TEŞEKKÜR: Ağabeyim Nazım Koç’un vefatı nedeniyle Akşehir’den telefonla arayan ve sanal alemi kullanarak bana ve aileme taziyelerini sunan bütün gönül dostlarımdan Allah (C.C) razı olsun. Hepsine Teşekkürlerimi sunuyorum.

DELİLERE AKŞEHİR’DE SON VERİLMİŞTİ




            Mecazen "korkusuz, gözü pek, atılgan" anlamında kullanılan deli kelimesi, tarih terimi olarak delice cesaret ve atılganlıklarından dolayı bir askerî zümreyi ifade eder. Kadere iman ve tevekkülün verdiği "yazılan başa gelir" düsturunu prensip edindiklerinden deli süvarileri tehlikelerden kaçınmazlar, cesaret ve kıyafetleriyle düşmanı şaşırtırlardı.

            Akıncılar gibi eyalet askeri statüsünde olan ve başlangıçta sadece Rumeli'de ve sınır beyliklerinde kullanılan deliler Türk asıllı olabildikleri gibi Slav, Boşnak, Arnavut, Hırvat ve Sırp gibi yerli halkların özellikle iri yarı, cesur gençlerinden de seçilebilirlerdi. Bunlar sefere ordunun önünde giderler, savaş sırasında gözlerini budaktan sakınmayarak düşman saflarını yarar, taburlarını deler, canlı esirler alarak onlardan düşman hakkında bilgi edinilmesini sağlarlardı.

            Mohaç Savaşı'nda Hüsrev Bey'in emrinde 10.000 kişilik deli kuvvetinin bulunduğu belirtilmektedir. XVII. yüzyıl Avusturya savaşlarında Tiryaki Hasan Paşa ve Lala Mehmed Paşa'nın delileri büyük kahramanlık göstermişlerdir.

            XVI. yüzyılda başlarına kurt, benekli sırtlan veya pars gibi vahşi hayvan derisinden yapılmış ve üzerine kartal tüyü takılmış kalpak giyen delilerin elbiseleri de arslan, kaplan veya tilki postundan, şalvarları İse kurt veya ayı derisindendi. Ayaklarına sivri burunlu, yüksek ökçeli, çıkrık mahmuzlu "serhadlik" denilen çizme giyerlerdi.

            Delilerin bindikleri atlar akıncı atları gibi çevik, kuvvetli ve uzun koşulara dayanıklıydı. Atlarının örtüsü de arslan, kaplan, tilki gibi vahşi hayvan derisindendi. Deliler de akıncılar gibi silâh olarak eğri pala, tekne kalkan, kostaniçe denilen orta uzunlukta mızrak. kılıç, balta ve bozdoğan kullanırlar, kalkanlarını kuş tüyleriyle süslerlerdi. Daha sonraları omuzlarında fitilli tüfek, bellerinde tabanca taşımaya başlamışlardır.

            “16. yüzyılda deliler; Rumeli beylerbeyi, Semendere ve Bosna sancak beylerinin yönetiminde; 17. yüzyılın sonlarından itibaren de Anadolu vezir ve beylerbeylerinin yönetimi altında olmuşlardır. 60'ar kişilik "bayrak" adı verilen ocaklara ayrılmışlar, seferlerde "Delibaşı" adı verilen komutanları tarafından yönetilmişlerdir.

            “XVI. yüzyılda Önemli hizmetleri görülen deli teşkilâtı XVII. yüzyılda bozulmaya başlamıştır. Maiyetinde bulundukları vezir, beylerbeyi veya beylerin sık sık görevden alınmaları veya delilerin onların yanından ayrılmaları, başsız ve işsiz güçsüz kalmalarına sebep olurdu. Dolayısıyla yeni bir kapı buluncaya kadar toplu halde çevreye zarar verirler, köylere saldırır, ırza tecavüz eder. Katil bile olurlardı. Halktan "gel-geç akçesi" toplarlar. Bedavadan kendilerini ve atlarını besletirlerdi. Deli teşkilâtının ıslahı için ciddi bir tedbir alınmamış, hemen sadece taşradaki yüksek rütbeli İdarecilere ikaz yollu fermanlar gönderilmekle yetinilmiş, eşkıyalık yapanların öldürülmesinin caiz olduğu belirtilmiştir.

            Tebdil gezilerinde genellikle delibaşı kıyafetiyle dolaşan III. Selim'in 1792'de çıkardığı deli adının kullanılmasını yasaklayan fermanına rağmen deli taifesi ortadan  kaldırılmamıştır. Bu tarihten sonra Kütahya ve Konya dolaylarında yerleşen deliler eşkıyalığa devam etmişlerdir. Kocabaşı denilen delibaşının maiyetindeki deliler Kütahya'da, Delibaşı İsmail'in etrafındakiler Konya'da ve Akşehir’de "at ve şal akçesi" adıyla halktan para toplamışlardır. Nizâm-ı Cedîd aleyhine Konya'da meydana gelen 1803 olaylarında Delibaşı İsmail âsilere yardım etmiş, Konya valiliğine tayin edilen Kadı Abdurrahman Paşa'yı şehre sokmamıştı.

            Osmanlı-Rus savaşından sonra Rumeli'den Anadolu'ya geçen deliler, bir haytabaşı ve on sekiz delibaşının maiyetinde tekrar eşkıyalığa başlamışlardır. Ancak II. Mahmud, süvari Asâkir-i Mansûre'nin teşkilinden sonra merkeziyetçi politikasının bir gereği olarak deli teşkilâtını lağvetmiştir (1829). Karaman Valisi Esad Paşa'ya ve Öteki valilere gönderilen fermanlarda deli ocağının kaldırıldığı bildirilmiş, bunların dağılarak çift çubuklarıyla meşgul olmaları, itaat etmeyenlerin üzerine kuvvet gönderilerek ortadan kaldırılmaları emredilmiştir.

            Çoğu Akşehir ve Konya taraflarında bulunan delilerin Karaman valisinin kendilerine gönderdiği nasihatnameye kulak asmayıp dağılmamaları üzerine Esad Paşa, Konya ayanı Süleyman Bey'i bunların üzerine sevk etmiştir. Akşehir civarında yapılan savaşta deliler dağıtılmış, delibaşlar da öldürülmüştür. Emre itaat ederek memleketlerine gideceklere yardım edilmiş, bir kısım deliler de Suriye ve Mısır taraflarına gitmişlerdir. Delilerin ortadan kaldırılması sırasında büyük hizmeti geçen Süleyman Bey'e mükâfat olarak hassa silâhşorluğu verilmiştir