Cumhuriyet
dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarından Tarık Buğra, 1969 yılında
yayınladığı “Hikâyeler” adlı eserinde “kasabam” dediği Akşehir’i pek çok
öyküsünün arka planında kullanmıştır. Bu
yazımızda çok güzel benzetmelerin kullanılarak anlatıldığı Akşehir’le ilgili
kısımlardan bir demet sunuyoruz.
Roman, hikâye, oyun ve fıkra
yazarı Buğra, “Ömer” adlı öyküsünde
Akşehir’de sabahı şöyle anlatıyor:
“Sonbahara
doğru kasabamızın sabahları pek, pek güzelleşir. Güneş, daha, ta uzaklarda,
ovanın doğu sınırını pembe bir şerit gibi çizen Emir dağlarını aşmadan
uyanırız. Kasabanın omuzunda yükselen dağlar hafifçe morarmıştır ve gökyüzü
gümüş rengindedir. Yüzümü yıkamak için bahçedeki çeşmeye gittiğim zaman, göğsüm
genişler, güçlenirim.
…Sabah
serindir, sabah sessizdir, sabah dinçtir, Allah’a ve ümide yakındır. Bana
yakındır! Gökyüzü berrak maviliğini bulmak üzeredir. Kuşlar yukarı doğru küme
küme tabakalanırlar. Derken topçuların bahçesindeki kavak ağaçları ve
Ulucaminin minareleri de yaldızlanır.”
Aynı
öyküde yazar Akşehir’de bir yaz ikindisini şöyle tarif ediyor:
“..Güneş
Çobankayanın ardına çekilmiş ve ikindi, her yaz ikindisi gibi, bunaltıcı günden
sonra kasabamıza bir müjde halinde gelmişti: artık Tekke deresinin o serin
rüzgarı esiyordu.”
Tarık Buğra, “Hayat Böyledir
İşte” hikâyesinde Akşehir Tren İstasyonunu şöyle anlatmaktadır:
“Tren o istasyonda bir dakika duruyordu.
Frenlerin gıcırtısı kesilmeden pencereyi açtım: ilerideki vagonlardan birisine
heybeli ve sepetli bir köylü bindi. Onun köyü birkaç kilometre ilerideki
tepenin artında olmalıydı. Lokomotifin yanında duran lacivert elbiseli memur,
su buharları içinde, rüyada gibi görünüyordu.
İstasyonda ne başka bir insan, ne de bir eşya vardı. Bir yaz ikindisi orada
oturmak, uzakları ve uzaktakileri düşünmek hoş olmalıydı. Düdük öttü. İleride
katar şefine selam duran istasyon memuru, lokomotifin salıverdiği su buharları
içinde büsbütün hayalleşti. Tren ağır ağır yürüdü. Tek katlı uzun istasyon
binası bize doğru ilerledi. Evvela açık duran bir kapı; içeride masa,
manipleler, şeritler, bir soba... Ve sonra ince mor tel örgülü bir pencere ve
bir pencere daha ve sen…”
Kendi deyişi ile meşhur
hikâyeci “Kardan Adam” hikâyesinde Akşehir’in meşhur çınarlarından birini şöyle
anlatıyor:
“Bir
Pazar günü. Dışarıda lâpâ lâpâ kar yağıyor. Pencerenin önünde, çıplak dalları
takır takır, kocaman bir çınar var: Meşhur hikâyecinin gönlü yapraklarını
dökmüş ağaçlara bir türlü ısınamıyor. Ona göre, yapraksız bir ağaç bir ağaç
ölüsüdür, yere kakılıvermiş dallı budaklı bir odundur. Hâlbuki yeşil ağaçların;
“nefes alıp nefes veriyorum, yaşıyorum, sevebilirim!” diye şarkı söyleyen bir
hali vardır. “Sev beni !” der gibi, kızlar gibi.”
Tarık Buğra, “Bacanak” adlı hikâyesinde
Akşehir’in Çakıllar Köyü’nde yaşayan ve kurnaz olanın saf olanı aldattığı iki
bacanağın arasında yaşananları anlatıyor. Hikâyede yer yer “Hadi bakayım kara yiğen, diyiver diyeceğini”
gibi Akşehir ağızına da yer verilmiştir. Bu hikâyede Çakıllar Köyü;
“Çakıllar,
nah işte böyle avuç içi kadar bir köydür ve insan üstüne oturmak isterse bunun
gibi daha bin tane kaya bulur, adam başına bir kaya bulur: Çakılların toprağı
bu kayalarla, Venüs gerdanlığı takmış bir sineye benzer. Karatepe’nin meyli
şoseye kadar sürer ve ancak oradan sonra toprak munisleşir, genişler, dost
olur, toprak olur. Şoseden sonrası, mor kayalıkların dibinde hep öyle duran
Çakılların, bu altı gövermiş veremli gözün, artık idrak edilemeyen ebedi
rüyasıdır.” şeklinde anlatılır.
Bu öyküsünde yazar, Akşehir ovasına akşamın
gelişi şöyle betimler:
“Güneş
neredeyse Karatepenin artına kayıverecekti ve ışıklar insanın gözünü
yormuyordu. Arkalarında ova sarı yaldıza bulanmış ve günün içindeki en güzel
halini almıştı. Karşılarında ise mor ve biraz vahşi dağlar yükseliyordu. …Akşam rüzgârları karşıdan esiyordu. …Güneş tamamen çekilmişti. Gökyüzü artık
lacivertti. Tâ karşıda ufku bir şerit gibi çizen Emir dağlarının üstünde, o her
akşamın şaşmaz yıldızı, yıldızların en güzeli belirmişti. Şosenin ötesi, ova,
mesut ninnisini mırıldanmaya hazırlanıyordu.”
Yazar Buğra “Şehir Kulübünde” adlı öyküsünde
Akşehirli bir esnafı şöyle betimler
“Hayattan
memnundurlar ve Allah’a günde beş vakit şükreder. Çünkü dağsal köylerden ilçeye
yağ olsun, peynir olsun gelir. Eylül ortası dedi mi, buğday yüklü kağnılar
ovanın gölgesiz genişliğinde ilçenin zahire tacirleri için türkü söyler. Buna
karşılık esnaf bu toz renkli köylülere çarık satar, yemeni satar, üstü kız
resimli tabaka, yeşil teneke kaplı cep aynası, kemik saplı bıçak satar, hacı
yağları, kekik yağları, koşum takımları ve yüz gram kahve, iki yüz elli gram
toz şekeri satar.”
Bu öyküde yazar, şehirde üst
düzey devlet memurlarının akşamları gitmesi için eski kaymakam ve doktor
tarafından bir şehir kulübü kurduğunu fakat başta doktor olmak üzere briç ve
poker oynayanların ve içki içenlerin gecenin geç saatlerine kalmasının
psikolojik ve ailesel etkilerini anlatıyor.
Bu arada büyük yazar
“Buhran” hikâyesinde Pervasız’a şöyle dokunup geçiyor:
“Ne pervasız hali var değil
mi? Pervasız, fakat başı dik…..”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder