27 Şubat 2014 Perşembe

AKŞEHİR'E GELEN CEM SULTANIN İLK FERMANI



“Talihsiz Şehzade” olarak bilinen Cem Sultan, Konya’dan İstanbul’a giderken Akşehir’e geldi ve burada ilk fermanını Anadolu Sancak Beylerine ve kadılara gönderdi.
Sefere çıkan Fatih Sultan Mehmed'in vefatı vaki olunca cesedi gizlice İstanbul'a saraya gönderilmiş, ordu ile beraber bulunan veziri âzam Karamanî Mehmed Paşa hükümdar olmasını arzu ettiği Karaman Valisi Cem Sultan'a ölüm haberini ulaştırırken Hünkâr çayırı ordugâhındaki telâşta padişah hamam yapmak üzere İstanbul'a geçti denilerek askerin dağılmaması emrolunmuş ise de bir müddet gizlenen vefat olayını on bir gün sonra haber alan Yeniçeriler, kayıklarla İstanbul tarafına geçerek vezir-i âzam Mehmed Paşa'yı öldürdükten sonra bir takım yağma ve yolsuzluklar yapmışlar ve durumu İstanbul Muhafızı İshak Paşa ele alarak yatıştırmağa çalışmış ve Sultan Bayezid'in süratle gelmesini arz ile güneyden Cem'in gelmemesi için sınırları kapatarak Anadolu Beylerbeğisi Sultan Bayezid'in damadı olan Sinan Paşa'ya mektup göndermişti.
Sultan Bayezid de bir suikasta uğramaktan korkarak derhal Amasya'dan hareket edememişti. O da İstanbul'dan başka Anadolu'nun bazı yerlerinden ve bilhassa damadı olup Kütahya'da bulunan Sinan Paşa'dan aldığı haberde Cem Sultan'ın İstanbul'a, gelmek üzere Konya'dan çıkarak Akşehir'e geldiğini öğrenmişti. İshak Paşa'nın bütün gayreti Cem Sultan'ı Karaman eyaletinden ileri geçirmemekti.
Halbuki babasının ölümünü duyar duymaz İstanbul'daki ilk durumdan haberi olmayan Cem Sultan derhal harekete geçerek bir hamlede 886 Rebi'ülevvelin ortalarında Akşehir'e gelerek Anadolu Sancak beylerine ve Anadolu kadılarına hitaben tuğralı ferman göndererek mal tahsil memurlarının ellerinde ne kadar akçe varsa tahsildarlarla beraber akçeleri gönderdiği süvariye teslim etmeleri emrolunmuştu. Cem Sultan'm evasıt-ı Rebi'ül-evvel 886 (Mayıs 1481) tarihli tuğralı bu ilk fermanın sureti aynen aşağıya çıkarılmıştır:
Tuğra
Cem B. Mehmed Muzaffer daima
Mefahir-ül Ümrail-kiram zahr'ül-küberail-fiham elmahsus bi-inayetil-lâhi'l-melik-il allan Anadolu sancağı beyleri dâme izzühüm ve mefahirül-kuzat-ı vel'hükkâm muinül eramil-ü Vel'eytam Mevlânâ Anadolu kadıları dâme fazluhüm tevkî-i hümayun vâsıl ohcak dârendei misal-i şerîf fahr'ül-fersan'i gönderdim ve büyürdüm ki merhum mağfurün-leh Hüdavendigâra müteallik mâl-i ummal kimde varise gerektir ki ol âmilleri ve elinde olan akçeleri alup getüre. Imdİ gerektir ki her kangımzın kabzai hükümetinde bulunursa âmilleri ve ellerinde bulunan akçelerini mütesllim-i mezkâre teslim idesiz Erkili bir dürlü dahi etmiyesiz yoksa müstehakk-ı ıkab ve itab olursuz. Şöyle bilesiz biti (yi) tahkik bilüp îtimad kılasız tahriren fi evasıt-ı Rebi'ul-evvel sene sitti ve semanine ve semanemie.
Bi makam-ı
Akşehir
 Üzerinde Cem Sultan’ın tuğrası bulunan bu ferman günümüz Türkçesi ile şöyledir:
“Övünülecek ümmetlerin eli cömert kimseleri, ahiret aleminin parlak yüzlü ulu kimseleri, lütfün malik Allah’a mahsus olduğunu bilen Anadolu Sancağı Beyleri, daima izzetli ve övünülecek hükümlerin kadıları, dul kadınların yetim çocuklarının yardımcısı Mevlana Anadolu kadıları daima faziletli tuğralı padişah fermanım elinizde olacak şekilde ulaştıran şeref misali olan elçi efendiyi gönderdim ve buyurdum ki rahmetli olmuş ve günahları Allah tarafından bağışlanmış Padişahımıza ait sınırsız malı kimde var ise gerektirir ki onların vergilerini toplayanlar ve elinde akçeleri olanlar alıp getire. Şimdi gerektirir ki her hangimiz hükümeti elinde bulundurursa vergi toplayanlar ve elinde bulunan akçelerini vergi toplama merkezlerine teslim edersiniz. Başkalarını bir şekilde ilave etmeyesiniz yoksa layık olduğunuz kınama, sitem ve cezaya uğrarsınız. Şöyle bilesiniz fermanı soruşturup itimat edersiniz yazıyla Rebi'ül-evvel 886 (Mayıs ortaları 1481)
                                                                                              Akşehir’in makamı olmayanı
Cem Sultan Akşehir'den, sonra Kuzeye doğru yürüyerek mukavemet edecek kuvvetlere rastlamadığından Anadolu Beylerbeğisi merkezi olan Kütahya'ya gelmişti.
Kaynak: Uzunçarşılı, İ.Hakkı (1975) Fatih Sultan Mehmet’in Ölümü Belleten 155 Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları

9 Şubat 2014 Pazar

AKŞEHİR PALAS OTELİNDE BEDİÜZZAMAN İLE NECİP FAZILIN BULUŞMASI




Akşehir Palas Oteli, 1952 yılında  İslamcı Şair, Yazar ve Düşünür Necip Fazıl ile İslam Alimi ve Tefsircisi, Risale-i Nur Külliyatı'nın yazarı Bediüzzaman Said Nursi ile buluşmasına ev sahipliği yaptı.
Akşehir Palas Oteli, 1950 yılında Akşehirliler tarafından İstanbul’un Eminönü ilçesinin Sirkeci semtinde açılmıştı.
1952’lerde Akşehir Palas Oteli, Sirkeci Garının Sultanahmed’e çıkan caddenin sağında hemen çıkmaz sokakta idi. Adliye yürüme mesafesinde yani çok yakındı. Adliye o zaman ki Büyük Postanenin üst katı, 5. kat… yürüyerek üç-beş dakika...
İslamcı Şair, Yazar ve Düşünür Necip Fazıl Kısakürek,  Abdülhakim Arvasi’yi tanımış ve kâmil insan olarak onu görmüş, başka hiçbir kimseyi onunla kıyas etmezdi. Necip Fazıl birçok din büyüğü ile tanıştı, görüştü ama o hiçbirini velayet ve tasavvuf cihetinden kâmil mürşit olarak görmezdi.
Bediüzzaman Said Nursi’ye Gençlik Rehberi adlı kitabından dolayı bir dava açılmıştı. Bediüzzaman Said Nursi, bu davanın duruşmasına katılmak için 1952 yılının Ocak ayında İstanbul’a gitti. Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'ne yerleşti. Kaldığı yer otelinin çatı katında idi. Batar kat denir ya, kenarları teras, öyle bir yerdi. Bir karyola, bir teneke, musluk, birkaç kap kacak, bir de hasır var. Hasırda cemaatle namaz kılınıyordu.
Bediüzzaman Said Nursi, Akşehir Palas otelinde kalırken kendisini ziyaret edenlerden biri de Necip Fazıl idi. Necip Fazıl’ın bu ziyareti 1952 yılının Şubat ayında gerçekleşmişti.
Avukat Hüseyin Rahmi Yananlı’nın anlattığına göre; kendisi Bediüzzaman Said Nursi’yi ziyarete gidecekken Necip Fazıl’da kendisi ile gelmek ister ve beraber Akşehir Palas oteline giderler. Necip Fazıl geliyor denince Bediüzzaman:
 “Hemen bir sandalye bulun” dedi. Bediüzzaman, Necip Fazıl’ı alaka ile karşıladı. Ona çok iltifatlarda bulundu. Necip Fazıl’a ‘kardeşim’ diyerek sarıldı ve sandalye vererek oturmasını sağladı.
Görüşme sırasında Necip Fazıl, Bediüzzaman’a hizmet eden gençleri gördü. Bu gençler kendisinin yanına gelip giden gençlerdi.  Gençleri onun yanında ve hizmetinde görünce  üzülmüş olacak ki, Bediüzzaman kendisine:
"Üzülme! Üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak kabul ettim. Ben seni Risale-i   Nur'a yirmi senelik hizmet yapmış olarak kabul ediyorum' dedi.
Yine Necip Fazıl'la olan görüşme sırasında Bediüzzaman, Necip Fazıl Kısakürek’e:
"Biz bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrilik yoktur. Ders almak ve kaynak bakımından aynı yere gidiyoruz.' dedi.
Görüşme sırasında Necip Fazıl, Bediüzzaman Said Nursi’nın takdirini kazanmak için:
 “Benim evladımı bıçakla lime lime doğrasalar affedebilirim de ‘filancayı' (Mustafa Kemal’i) affedemem” demiş.
Bediüzzaman da:  ‘Maşallah, maşallah, tıpkı Eski Said gibi konuşuyorsun' şeklinde ona cevap vermiş. Anlaşılan bu cevap Necip Fazıl'ın hoşuna gitmemiş ve Necip Fazıl pür telaş otelden ayrıldı. Ayrılırken kendisinden randevu isteyenlere ; “Moda Şükran Sokak Numara 5” dedi, geçti ve hızla oradan uzaklaştı. Çok cerbezeliydi.
Kaynak: Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi anlatıyor. Nesil yayınları.

TİMUR AKŞEHİR’E GELİNCE FİLLERİ YOKTU




Ankara Savaşı’nda Osmanlı devletine karşı savaşan Timur, savaşta filleri kullanmış, ancak fillerin sonu hüzünlü olmuştur.
Savaş fillerinin ilk askerî kullanımı eski Hindistan’da MÖ 1100 yıllarındadır ve birçok Sanskrit Veda ilahisinde bahsi geçer. Savaş filleri, Hindistan’dan Pers İmparatorluğu’na geçti. Pers ordusu piyade ve süvariden oluşan bir karma orduydu ve savaş filleri gibi egzotik birlikler de bulunuyordu. Hannibal, filleri içeren ordusuyla İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'den kuzey İtalya'ya girmiş ve Romalıları birkaç önemli savaşta yenmiştir. Hindistan’a da seferler düzenleyen Cengiz Han ordusunda fillere yer vermiştir.
1393 yılından itibaren Osmanlı Devleti sınırlarında dolaşan hatta Erzincan ve Kemah gibi Osmanlı sancaklarını alan Timur, Osmanlı devletini yenebilmek için güçlü bir ordu gerektiğini biliyordu. Bunun için tekrar Gürcistan’a döndü. Güçlü bir ordu hazırlayıp fillerle Ankara’ya gelerek kenti kuşattı.
Timur’un ordusundaki filleri, Aragon elçisi Ruy Gonzales de Clavijo, sırtlarındaki ahşap kulelerde 5-6 asker taşıyan canavarlar olarak tasvir eder. Onun tasvirlerine göre binici hayvanın boyun bölgesine oturur. Hayvanların kısaltılan dişleri kılıç benzeri silahlarla donatılır ve nazik kısımları zırhla örtülürdü. Filler aynı hizada hat halinde ilerleyip saldırma konusunda eğitilirdi ve her hamlede düşmanlarını dişlerine bağlı kılıçlarla biçer ya da çiğneyerek ezerken üzerlerindeki askerler de tepeden ok yağdırırdı. Bazı kaynaklarda fillerin üzerinden ateş açıldığından bahsedilir fakat nasıl ateş açıldığı açık değildir. O dönemde ateşli silahların varlığı bilinmekteyse de Tatarların bunları kullanıp kullanmadığı muammadır. Dahası ateşli silahların filleri ürkütmeden nasıl kullanılabileceğinin tam bir izahı yoktur. Bazı kaynaklar fillerin üzerindeki neft-endaz denen askerlerden bahseder. Bunlar humbara fırlatan askerlerdir ve bu humbaralar düştüğü yeri yaktığı için ateş açma ifadesi buradan gelmiş olabilir. Bakımının ve beslenmesinin zorlukları yanında fil gibi barışçıl doğaya sahip bir hayvan, savaş alanının karmaşasından kolayca ürkebiliyor ve kendi ordusu dahil önüne gelen herşeyi ezip geçebiliyordu. Bütün bu zorluklara rağmen Tatar ordusu, Anadolu’ya 32 tane fil getirmiştir. Aragonlu elçiye göre Tatarların gözünde bir fil bin piyadeye bedel sayılıyordu.
Savaş sırasında yeniçerilerin geldiğini gören Timur hemen okçuları birkaç adım geri çekerek süvari ve kılıçlı birliklerini sürdü. Hemen vazgeçti, üstünde bulunduğu tepenin arkasında ağaçların arasında sakladığı fiilleri çağırttı. Tepenin arkasından sağlı sollu çıkan filler, güçlü bir saf tuttu. Ve hemen kendilerine doğru gelen Yeniçeri ve süvarilere doğru dörtnala koşmaya başladılar. --kendilerine doğru koşan filleri gören Yeniçeriler uygulayacakları taktiği (Turan taktiği;) erken yaptılar ve süvarilerin kendilerini geçmesine izin verdiler. Yüzlerce atlı fillere doğru mızraklarını çekip kendilerine doğru dörtnala gelen fillerden daha hızlı olarak öne doğru atıldılar.  Fillerin sesi ovada yankı bulmadan zırhlı süvarilerin mızraklarının tadına baktılar.
O kadar şiddetli çarpışma oluyordu ki! Kim kimin askeri olduğu anlaşılmıyordu. Bazen esen rüzgar yanan ağaçların çıkardığı siyah dumanları savururken izlenebiliyordu her iki tepeden. Aşağıda yaşamak için ölen askerler her iki bandocunun sesleri arasında mücadele ediyorlardı. Süvariler fillerin işini bitirip ileriye doğru atılmak özereyken kendilerini Osmanlı ordusundaki Kara Tatarların ok yağmuru altında buldular.
 Bu savaş Timur’un 32 filinin sonu oldu. Bilinenin aksine savaşı filler değil, savaş sırasında daha önceden satın alınan Kara Tatarların Timur’un tarafına geçmesi belirledi.
Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’un içerisinde Akşehir’inde olduğu Batı Anadolu’ya yaptığı sefer sırasında yanındaki fillerden bahseden hiçbir kaynak yoktur.
      O zaman şu soruyu sormak gerekir. Nasreddin Hoca’nın meşhur fil fıkrasındaki fil hangi Timur’undur?






TİMUR N. HOCA KİTAPLARINI YAKTI MI YOKSA GÖTÜRDÜ MÜ?




Nasreddin Hoca zamanında yazılan fıkra kitaplarının günümüze ulaşmamasının en büyük nedeni olarak Akşehir’e gelen Timur’un onları yaktırdığı şeklinde bir iddia vardır. Köprülüzade Mehmet Fuat tarafından 1918 yılında ortaya atılan bu iddiaya göre:” Nasreddin Hoca zamanında ve ya ölümünden kısa süre sonra yazılan “ külliyat ” mahiyetindeki eserlerin, Akşehir’in Timur tarafından işgali sırasında ortadan kaldırıldığı sanılmaktadır.” şeklindedir.
Timur, Akşehir’e geldikten sonra hızlı bir şekilde Anadolu’dan ayrılmaya karar verdi. Orta Asya’ya giderken öncelikle yanında bütün Kara Tatarları götürdü. Ayrıca sanatçılara, bilim adamlarına değer veren Timur işgal ettiği yerlerde bu tür kişileri alıp Semerkant’ta oturmaya mecbur etmiştir. Bilindiği kadarıyla Anadolu’dan ayrılırken Kara Tatarların dışında sanatkâr ve bilim adamı gibi özellikleri olan 40 bin kişiyi yanında götürmüştür. Bu gün bile Özbekistan’dan Türkiye’ye gelen bazı aileler atalarının Türkiye’den Timur tarafından zorunlu göçe tabi tutulduklarını söylemektedir.
Günümüzde Timur’un vatanı olan Özbekistan’da Nasreddin Hoca, Nasriddin Afandi olarak bilinmektedir. Özbekistanlı  gazeteci yazar Tahir Kahhar, en çok Nasreddin Hoca fıkrasının Özbekistan’da olduğunu iddia etmektedir. Özbekistan’da 700 civarında olan fıkra sayısı Nasreddin Hoca’nın yurdu Türkiye’de bile 500’ü geçmediğini ifade etmektedir. Tanınmış Özbek bilim adamı Hadi Zarif, 1935 yılında Namangan’da el yazması bir antoloji satın aldığını ve bu el yazmasında 19 tane Hoca Hasredin Efendi fıkrasının bulunduğunu belirtmektedir. Bu antolojinin 1862-1863 yıllarında Rum lisanından (Osmanlı Türkçesi) Maveraünnehir diline (Doğu Türkçesi) tercüme edilmiş olduğunu kaydetmiştir. Hadi Zarif, bu tercümelerin Türkiye sahasında Nasrettin Hoca fıkralarının ilk defa yayınladığı 1837 yılına kadar gidebileceğini belirtmektedir. O yıllarda Nasrettin Hoca fıkralarının Özbekler tarafından bilinmediğini, hatta 1920’li yılların ikinci yarısında şehirlerden uzak yerlerde yaşayanlar arasında Nasriddin Afandi latifelerini bilen kişilere çok az rastladıklarını kaydetmiştir. Hadi Zarif, Nasrettin Hoca tipinin bu tercümeler yoluyla, Türkiye ve Azerbaycan Türklerinden Özbek Türklerine geçtiği ihtimali üzerinde durmuştu.
            Burada da görüldüğü gibi Nasreddin Hoca fıkraları Osmanlı Türkçesi ile yazılı olduğundan Özbekistan’da hemen yayılmamış yüzyıllarca saklı kalmıştır. Ancak 1860’lı yıllarda doğu Türkçesi’ne çevrilerek yayınlanmıştır. Bir el yazmasından yapılan bu çeviri aklımıza kayıp Nasreddin Hoca kitaplarını getirmektedir. Belki de Timur zamanında Anadolu’dan götürülen bu kitaplar çeviri yapıncaya kadar bir kütüphane köşesinde beklemiştir.
            Araştırmacılara göre; Özbekistan’da Nasriddin Afandi olarak bilinen Nasreddin Hoca’nın fıkraları genellikle Timur ile olanlardır. Çünkü Çar sömürgecileri ve onların vekilleri olan Bolşeviklerin kurduğu sistem, Özbek milli değerlerinin yanında Emir Timur’un adını da kötülemek amacındaydı. Bu amaçla Timur’u istilacı, acımasız, cahil biri olarak kötülemek için Ruslar  bütün imkânlardan faydalanmıştır.
Sonuç olarak, Özbek Türklerindeki Nasriddin Afandi, Türkiye sahasındaki Nasrettin Hoca ile oldukça benzer özelliklere sahip bir tiptir. Bu benzerlikler, pek çok noktada ortak özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özbek Türkleri ve Türkiye Türkleri birbirlerinden uzak iki coğrafî alanda yaşıyor olmalarına rağmen, Nasrettin Hoca tipi ve fıkralarında ortak noktalar olması bu iki Türk boyunun
Nasrettin Hoca’yı ve fıkralarını ne kadar benimsemiş olmalarının bir göstergesidir.  Bu benimsemede Akşehir’den Timur tarafından götürülen Nasreddin Hoca fıkra kitaplarının etkisi olabilir mi?