Hep gülümsüyordu. Ama gülümsemesinde bile bir hüzün vardı. Sanki Leonarda Vinci’nin yaptığı Mona Lisa tablosunun bir yaşlı erkek versiyonuydu.
Bir arkadaşımın düğününde karşılaşmıştık ilk kez. Bende yıllardır tanışıyoruz gibi bir his bırakmıştı. Orta boylu, hafifçe kilolu olması ona babacan bir sevimlilik veriyordu. Gülümsemesi çektiği ıstırapları saklayan bir maske gibi duruyordu. Yanık buğday tenli yüzü sanki Anadolu’nun ovalarında kavurucu sıcak altında ürün yetiştiren ve sabahtan akşama kadar güneşe mahkum bir çiftçi gibiydi.
Konuşurken kelimeleri telaffuz edişi Kıbrıslılara benzese de biraz farklılıklar vardı. Özellikle kelime başlarındaki K’yı G şeklinde söylemeleri ve konuşma stilleri bana Konya’nın yüksek köylerinden gelen bir kişiymiş gibi geldi. Oysa doğma büyüme Kıbrıslıydı. 50-60 yaşları çıvarındaydı. Artık içsel olarak yaptığı her hareketi incelemeye ve bu hareketlerin daha önce yaşadığım Akşehir’deki bazı kişilerle karşılaştırmaya başladım. O kadar benzerlikler vardı ki şaşırmamak elde değildi. Ara sıra kendisine:
“-Sen hiç Konya ya gittin mi? Akşehir’i hiç
gördün mü? diye sordukça hep olumsuz yanıt alıyordum. Artık bu kişiyi iyice
tanımaya karar vermiştim. Bir gün bizi evlerine davet etti. Lefkoşa
yakınlarında bir köyde yaşıyordu. Bu köy eski tarihlerden beri bir Türk köyü
idi. Bunlarda aile olarak köyün en eski ailelerinden biriydi.
Evleri geniş bir avlunun içerisinde yer alıyordu. Avlunda çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Ancak en çok dikkat çeken kocaman ve sararmış üzümlere sahip asma idi. Herhalde gölge yaptığı için onunla özel olarak ilgileniyorlardı eski Akşehir evlerinde olduğu gibi.
Evleri geniş bir avlunun içerisinde yer alıyordu. Avlunda çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Ancak en çok dikkat çeken kocaman ve sararmış üzümlere sahip asma idi. Herhalde gölge yaptığı için onunla özel olarak ilgileniyorlardı eski Akşehir evlerinde olduğu gibi.
Osmanlı mimari desenleri ile süslenmiş eski
bir kapının tam üzerine iç içe geçmiş bir ay ve yıldız Türklüğün bir nişanesi
gibi duruyordu.1900’lu yıllarda yapıldığı sanılan bu kapı hala iş görmeye devam
ediyordu. Bu ev, eski Akşehir evlerinde olduğu gibi saman ve çamur karışımı ile
sıvanıp beyaz badana ile boyanmıştı. Yine Akşehir’deki evlerde olduğu gibi
damları toprakla kapatılmıştı. Toprağın en alt kısmına boydan boya kesilmiş pek
çok ağaç yerleştirilmiş ve bunların üzerine hasırlar konulmuş ve üzerine de
çamur haldeki toprak yerleştirilmişti. Binanın iç kısmına girince oturma
odasıyla yüz yüze geliyorsunuz. Burası sanki bir şark köşesi gibi düzenlenmiş
duvar kenarlarında peykeler ve bunların üzerlerine arkalıkları ile birlikte
yerleştirilmiş kazık yastıklar vardı. Kapıya yakın bir yerde eskiden abdest
almaya yarayan bir suluk vardı. Duvardaki musluğun yenilerde buraya bağlanmış
olduğu belli oluyordu.
Kaçamak bakışlarla diğer odalarda gördüklerimizi sanki çok önceden görmüş gibiydik. Hatta orijinalinde ev içerisinde olmayan tuvaletin sonradan eklendiğini gözlemledik.
Bu ev sanki Akşehir’deki eski evleri yapan bir ustanın elinden çıkmış gibiydi.
Merakla evini incelediğimizi gören ev sahibi;
Kaçamak bakışlarla diğer odalarda gördüklerimizi sanki çok önceden görmüş gibiydik. Hatta orijinalinde ev içerisinde olmayan tuvaletin sonradan eklendiğini gözlemledik.
Bu ev sanki Akşehir’deki eski evleri yapan bir ustanın elinden çıkmış gibiydi.
Merakla evini incelediğimizi gören ev sahibi;
Bu ev 1800’lu yılların sonlarına doğru benim
dedemin babası tarafından yapılmıştır. Daha sonraları maalesef Rum baskıları
yüzünden yenileyemedik işte. 1974 den sonra bazı eklemeler ve tamiratlar
yaptırdım. Dedelerimiz Konya’dan geldiği için oranın evlerine benziyor değil
mi? diye sordu.
Bense, bırakın benzemeyi kendimi sanki bir
eski Akşehir evi içerisinde gibi hissediyorum, dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder