28 Mart 2014 Cuma

KAMİL SÖNMEZ’LE AKŞEHİR YOLLARINDA


Birkaç gün önce hayatını kayıp eden sanatçı Kamil Sönmez’e 2002 yılında Akşehir’de rehberlik yapmıştım.
Genellikle Karadeniz türkülerini seslendiren Türk Halk Müziği sanatçısı Kamil Sönmez 2002 yılında yapılan 43. Nasreddin Hoca Şenlikleri kapsamında “Gülmece Treni” ile İstanbul’dan Akşehir’e pek çok sanatçı ile birlikte gelmişti. Gülmece Treni’ni karşılayanlar içinde ben de vardım. Gelenlerin hapsini sevgi gösterileri ile karşıladık.
Köşe yazarı olduğum Pervasız Gazetesi’ne 5-10 Temmuz şenliklerinde gönüllü muhabirlik yapıyordum. Onun için şenliğin hiçbir anını kaçırmamaya dikkat ediyordum. Her zamanki gibi şenlik başlangıcında yapılan kortej yürüyüşü hazırlığı sırasında Belediye Başkanımız:
“Hocam, Kamil Sönmez senin hemşerin hadi mihmandarı sen ol, hem Akşehir’i iyi bildiğin için ona anlatırsın ve onu da en iyi sen anlarsın.” dedi.
Kamil Sönmez’in yanına yaklaştım, selam verdim ve kendimi tanıttım. Kendisi hafif topluca, orta boylu, saçları güzel taranmış ve teni çok beyazdı. Beni güler yüzle karşıladı. Hal hatır sordu. O biraz konuşunca benim heyecanım azaldı. Yan yana Akşehir yollarında yürümeye başladık. Ben heyecanla Akşehir’in özelliklerini anlatırken onun yüzünde gülümseme ve memnuniyet ifadesi vardı. Yolun nasıl bittiğini anlamadım. Ayrıca devamlı araya başkaları giriyor, bir şeyler soruyorlardı. Ben hayran olduğum bir sanatçı ile beraber olmanın sevincini yaşarken o herkese cevaplar yetiştiriyordu.
Yolun sonunda ona Hıdırlık’ta çay içmeyi önerdim. Memnuniyetle kabul etti. Ancak organizasyondakiler: “Hep beraber gideceğiz, bekleyin.”dediler. Bizde bekledik.
Daha sonra Hıdırlık’ta buluştuk. Akşehir’i çok beğenmişti. Çaylarımızı içerken Karadeniz türkülerinden konuştuk. Karadeniz’in mahalli sanatçılarından derlenmesi gereken pek çok türkü olduğu konusunda hemfikir olduk. Bu arada muziplik olsun diye Karadeniz yöresine ait biraz açık saçık yerel maniler söyledim.
Kamil Sönmez bir kahkaha attı ve dedi ki: “-Uşağım, ben bunları nasıl söylerim. Beni tefe koyarlar. Hem RTÜK var.”
Sonraki zamanda Akşehir Açık Hava Tiyatrosu’nda verdiği konseri hemen yanı başında seyrettim. Açık Hava’da beklediğimden fazla seyirci vardı. Seyircilerin coşkusu da çok güzeldi.
Kamil Sönmez, Akşehir’den çok memnun ayrılmıştı. Bu memnuniyetinde benimde bir katkım olduğu için mutlu olmuştum.

Akşehir’in yollarında beraber yürümekten ve hayranı olmaktan gurur duyduğum Kamil Sönmez’e Allah’tan rahmetler diliyorum.

Akşehir’in Spor Tarihinden: KISA NOTLARLA SANATKÂRLAR İDMAN YURDU


Akşehir spor tarihi açısından çok zengindir. Ancak tozlu raflardan bunların indirilmesi gerekir. Bunun için uğraş verenlerden biri de rahmetli Metin Tipi idi.
 Sevgili Arkadaşım Ayhan Tülek önderliğinde Akşehir Endüstrispor’u kurma çalışmalarımız sırasında ortak dostumuz olan Metin Tipi’ye konuyu anlattığımızda çok heyecanlandı. Bize manevi destek verdi ve zaten daha önce Akşehir’de Sanatkârlar İdman Yurdu diye bir takım kurulduğundan bahsetti.
Bu arada rahmetli Metin Tipi bana birlikte Akşehir Spor Tarihi’ni yazmayı teklif etti. Resmi görevlerimin çok fazla zamanımı alması nedeniyle çok zamanım olmadığını söyledim. Ancak ümitlerini kırmak istemedim. O hemen bir plan yaptı. Sağlık Eczanesi sahibinin babası, Mehmet Akbabaoğlu gibi kişileri belirledi. Bana da bunlarla söyleşiler yapalım dedi. Ancak belirlediğimiz kişilerin bazıları kısa aralıklarla ölmesi üzerine Metin Tipi’nin morali bozuldu. Biraz boşladı. Zaten fazla güçlü değildi. Yine de bir gün kendi el yazısıyla küçük küçük kâğıtlara yazdığı kısa notları bana verdi ve kısa zaman sonra da vefat etti. İşte Sanatkârlar İdman Yurdu ile ilgili o kısa notlar:
-Sanatkârlar İdman Yurdu’nun eski Osmanlı Bankası’nın yan tarafındaki Arasta Sokakta lokalleri vardı. Kulübün idarecileri ve futbolcuları burada toplanırlardı. Spor takımlarından başka birde bando takımı vardı. Kendi aralarında eğlenceler düzenlenirdi. Kulübün bütün masraflarını idareciler karşılardı.
- Futbol kulübünün forma renkleri, sarı- kırmızı idi.
-Sanatkârlar İdman Yurdu kulübünün Başkanı o zamanlar Akşehir Belediye Başkanı olan Ömer Şeker idi.
-Bu kulübün Yöneticilerinden bazıları: Sağlık Eczanesi sahibi Hasan Uslu(Asbaşkan, Sayman), Eczacı Arnavut Celal Sadil, Dış Tabibi Muhittin Bey idi.
-Sanatkarlar İdman Yurdu’nun A,B,C, D olmak üzere gençler, yıldızlar ve büyüklerde dört takım kuracak kadar futbolcuları vardı.
-Futbolcularından bazıları şunlardı:
O zamanları Ziraat Bankası çalışanı olan Azmi Yılmaz hem antrenör hem de oyuncu idi.
Çatı Ustası arşıncı Süleyman bek oyuncu olarak oynardı.
Manav Ata Kale hem antrenör hem de kalecilik yaptı.
Oyunculardan biri de Yağcı Salih idi.
 Yine Mumcu ailesinden Deve lakaplı bir kaleci vardı.
Bankacı Mehmetoğlu oyunculardan biri idi.
Takımda futbol oynayan Oto Tamircisi Vedat aynı zamanda takımın malzemelerini muhafaza eder ve maçlardan sonra takımın formalarını yıkatıp temizlettirirmiş.
            -Yaşadıkları Bazı İlginç Olaylar:
1-1955-1956 sezonunda Konya Bölgesi Amatör liginde, Akşehir Sanatkarlar İdman Yurdu son maçlarını Karamanspor ile Karaman’da yapmış, bu maçta berabere bile kalsalar Sanatkarlar İdman Yurdu şampiyon olacaktı. Ancak rakip takımın taraftarları, hakemi taşla taciz ederken Akşehir takımını da ağır küfürlerle baskı altına almış ve bütün bu çirkinliklerin sonucunda maçı Karaman 1-0 alarak şampiyon olmuştu. Maç bitiminde Akşehirlilerin bulunduğu otobüsün camları kırıldı ve Akşehirliler  canlarını zor kurtarmışlardı. Asbaşkan Hasan Uslu ondan sonra kulüp idareciliğini bırakmış ve bunun yarattığı kötü izleri uzun süre üzerinden atamamıştı.
2-Bir başka sezon Emirdağ ile dostluk maçına gittiler. Anlaşmaya göre maçtan sonra yol parasını Emirdağlılar verecekti. Ancak onlar siz gidin biz paranızı sonra göndeririz deyince iş mahkemelik oldu. O devirde orada bulunan bir Akşehirli hâkim paranın ödenmesini sağladı. Ancak tutulan otobüsün farları yanmayınca Bolvadin’den alınan bir el fenerinin ışığı ile otobüsün Akşehir’e dönmesi sağlandı.
- Sanatkarlar İdman Yurdu her maç bitiminde yenseler de yenilseler de maçın stresini atabilmek için futbolcular toplu halde ya lokantada ya da etli ekmek yaptırarak maçın stresini atarlardı.




Akşehir'in Spor Tarihinden: 1928’TE KONYASPOR’U YENEN AKŞEHİR İDMAN YURDU


1923 yılında Konya’da Matbuat Spor Yurdu namıyla kurulup daha sonra adı Sanatkârlar Gücü olan bu kulübün; renginin sarı kırmızı, adının da Sanatkârlar Gücü olması Sanatkâr Okulu gibi algılanmasına ve tanınmasına yol açmıştır. Bunun üzerine kulüp yönetimi toplanarak bu meseleyi görüşmüş, kulübün adının Konya Spor, renginin zemin lâciverd, yaka ve kol kenarları sarı olmasını münasip görmüştü.
            Konya Spor’un kurulmasının hemen öncesinde Sanatkârlar Gücü, Akşehir’de bir maç yapmayı karar verir. İşte biz de bu yazımızda Akşehir’deki maçla ilgili bilgiler vereceğiz:
            Sanatkârlar Gücü Spor Kulübü gençleri Beyşehir ve havalisine kadar bir seyahat yapmak isterler. Fakat bu kararlarından çabuk vazgeçmişlerdir. Çünkü Beyşehir’e kadar yapılacak bir seyahatten bir fayda görmeyeceklerdir. Zira Beyşehir’de bir spor kulübü yoktur. Bunun üzerine Akşehir İdman Yurdu’na kendileriyle maç yapabileceklerini bildirirler. Yalnız birtakım şartları vardır. Akşehir İdman Yurdu’nu seçmelerinin temelinde, “ iki üç yıldır sönük bir halde bulunan bu kulübün, son birkaç ay zarfında canlanmış, ehil ellerde gelişmeye” başlamış olmasıdır.
             Sanatkârlar Gücü İdare Heyeti Başkanlığı’ndan Akşehir İdman Yurdu idare heyetine bir yazıyla başvurulur. Şayet başvuruları kabul edilirse, orada Akşehir İdman Yurdu’nun birinci takımıyla maç yapılacaktır. Bu seyahat, on beş yirmi kişiden oluşan bir kafile halinde gerçekleştirilecektir. Yolculuk trenle olacak ve biletler yüzde otuz indirimli alınacaktır. Akşehir İdman Yurdu, Sanatkârlar Gücü Kulübü tarafından ileri sürülen şartları kabul etmiştir. İki kulübün bu maçı, “gençliğe sporu ve sporcuları tanıtmak” açısından önemlidir. Orada oynanacak futbol maçının halk üzerinde derin bir tesir ve izlenim bırakacağına inanılmaktadır.[2]
15 Ağustos 1928 Çarşamba günü Konya’dan Akşehir’e deplasmana maça giden Sanatkârlar Gücü oyuncuları, Konya Mıntıkası şerefine üç defa yaşa, çok yaşa tezahüratı altında trene binmişler ve yavaş yavaş Konya’dan ayrılmışlardır. Kafile on sekiz kişiden oluşmuştur. Bu on sekiz kişi üç kompartımanı tamamen doldurmuşlardır. Tren sürekli sarsıntı ve uğultu arasında yol alırken, sporcular bir yandan da eğlenmeye çalışırlar. Birkaç saat sonra Ilgın’a varılır. İstasyon’da epeyce kalabalık bir insan kütlesi vardır. Yazar buradaki kalabalığı, istasyonun şehre yakın olmasıyla açıklamaktadır. Halkın sporculara yaptığı sevgi gösterileri altında tren hareket etmiş ve saat on biri geçerek Akşehir’e varmıştır. Akşehir, ağaçların arasında parıldayan lambalarıyla bir yıldız kümesine benzemektedir. Sporcular ise Akşehir sporcularıyla bir an evvel karşılaşmak için sabırsızlanırlar.
Sanatkârlar Gücü Kâtib-i Umumisi Enver Bey’le, Güç sporcularını karşılamaya gelen Akşehirli sporcuların “yaşa, çok yaşa” sesleri arasında arabalara binilir. Veznedar, Nazım, Hasan, Celâl ve spor muhabiri bir arabadadırlar. İlk dikkati çeken şey, Akşehir’in içindeki dümdüz bir caddenin olmasıdır. Her yerde elektrik vardır; bu da gözlerden kaçmamıştır. Akşehir’deki Türk Ocağı’nın yanındaki binaya giderler. Programa göre Sanatkârlar Gücü gençleri şerefine, Türk Ocağı’nda bir konser verilecektir. Ayrıca Perşembe günü Akşehir’in görülebilecek yerlerini gezecekler, ikindi üzeri ise ufak bir antrenman yapacaklardır. Cuma günü, Akşehir İdman Yurdu birinci takımı ile samimi bir maç yapacaklar, Cumartesi günü istirahattan sonra Pazar günü Konya’ya döneceklerdir. Kafilenin başkanı, öğretmenlerden Osman Bey’dir. Konya’daki okuyucular, haberleri kafilede bulunan Babalık muharriri Afif Sabri Bey’den öğreneceklerdi.[3]
Öğleye yakın Akşehir İdman Yurdu binasında bulunurlar. Muhasebe-i Hususiye tarafından Konya takımı “Güç” gençlerine tahsis edilen bu bina Türk Ocağı ile karşı karşıyadır. İçinde üç dört odası, bir ufak salonu bulunur. Yine binanın içi, sarı kırmızı ve yeşil kırmızı grapon kâğıtlarla süslenmiştir. Sanatkârlar Gücü üyesi Enver Bey tarafından takdim merasimi yapılır. Misafirlere ikram edilen çaylar içildikten ve biraz da dans edilip şarkı çalındıktan sonra saat on ikide yatmak üzere Ata Bey’le birlikte Cumhuriyet Okulu’na gidilir. Burası güzel ve geniş bir okuldur. Sporculara tahsis edilen geniş bir salona yataklar serilmiş, bir masanın üzerine sürahi, bardak, tuvalet için ayna ve tarak konulmuştur. Pek çok kişiyi uyku tutmadığı için Celâl, komik Şarlo taklitleri ve gülünç fıkralarıyla iki üç saatlik hoşça bir vakit geçirilmesini sağlamıştır.
            Sabahleyin kalktıktan sonra akşamüzeri yapılacak ufak bir antrenmana hazırlanmak amacıyla içerisinde bütün oyuncuların futbol eşyaları olan bavulun, kendileriyle birlikte akşam yatakhaneye gelmediği anlaşılmış, yatağından kalkan bavulun nerede olduğunu birbirini sorup durmuştur. Kafile Başkanı Öğretmen Ata Bey’e mesele anlatılmış, bavulun Türk Ocağı’nda kaldığını, belki arkadaşlardan birinin – kaybolmaması için- sakladığını söylemesi üzerine biraz rahatlar gibi olmuşlardır. Çay, peynir, yumurtadan oluşan sabah kahvaltısını yapmak maksadıyla Türk Ocağı’na gidilmiştir. Fakat herkes kaybolan bavuldan bahsetmektedir. Bu konuda her kafadan ayrı bir ses çıkar. Ama hiç biri sağlam bir delile dayanmaz. Yalnız herkes ertesi gün oyuna ne vaziyette çıkabileceklerini düşünmeden edemez.
            Yedek olarak yedi sekiz forma, üç dört çift futbol ayakkabısı(onlar buna kundura derler) vardır. Bavulun içinde beş çift beyaz kundura, bir çifti hiç giyilmemiş, bir de sarı renkte kullanılmış kundura, bir de kullanılmış bir futbol(topu). Bunların yanında iki takdim bayrağı, bir çift terlik, yine kullanılmış bir çift kundura, dizlik, don ve birçok spor levazımı. Kaybolan eşya, bavulla birlikte yüz lira değerindedir[4].
            Akşehir İdman Yurdu Kaptan-ı Umumisi Celal Bey’le yapılan temas ve söyleşide kulüplerinin o sıradaki durumu hakkında bilgiler edinilir. Kaptan-ı Umumi, onlara, kulübün sıkıntılarını anlatır. Ancak bu yıl Türk Ocağı’ndan ve Belediye’den yüzer lira aldıklarını, her yıl bu yardımın yapılacağına söz verdiklerini, ara sıra sinema binasında ufak müsamereler tertip ederek çalıştıklarını söyler ve Akşehir İdman Yurdu’nun üç dört yıl önce kurulduğu halde, Konya’da yapılan mıntıka birincilik müsabakalarına parasızlıktan katılamadığını bildirir. Ayrıca Konya’da üç kulüp bulunmasına karşılık, Akşehir’de tek kulüp olduğunu, buna göre Akşehirlilerin altı kere Konya’ya gitmelerinin lazım geleceğini, birincilik müsabakalarının üçünün Akşehir, üçünün de Konya’da yapılmasının gerektiğini heyete anlatmaya çalışır. Babalık gazetesinin temsilcisi Afif Sabri ise, Konya kulüplerine nazaran Akşehir İdman Yurdu’nun Belediye ve Türk Ocağı’ndan yardım gördüğünü fakat Konya’daki kulüplerin böyle bir yardımdan da mahrum kaldıklarını belirtmiştir.
Yemek vakti gelmiştir. Toplu bir halde lokantada yemekler yenildikten sonra Türk Ocağı’nda kahveler içilir. Sanatkârlar Gücü’nden Edip Nazım, Hasan, Celâl, Şükrü, Sadık Beyler, Akşehir İdman Yurdu’ndan birçok gençlerle birlikte şehrin güneyindeki (cenub) dağlar arasında çıkan kaynak sularını görmeye giderler. Akşamüstü İstasyon memurluğundan gelen cevapta, bavulun bulunamadığı yine Eskişehir ve Ankara’dan sorulacağı bildirilmiştir. Artık Sanatkârlar Gücü mensupları bavuldan ümidi kesmişlerdir. Akşamüzeri yapılacak antrenmana mümkün mertebe hazırlanılır. Tanzim edilen futbol sahası, İstasyon Caddesi ile Merhum Hoca Nasrettin’in türbesi arasında çakıllı, inişli ve çıkışlı bir yer olup, top oynayacak bir vaziyette değildir. Antrenmandan sonra okul binasına gidilerek soyunulur. Lokantada yemekler yenildikten sonra Türk Ocağı’nda eğlenilir. Herkes ertesi günkü maçı hangi takımın kazanacağı nazariyesiyle uğraşır, bazı oyuncuların ayakkabılarının olmamasından üzüntüyle bahsedilir, iyi oynayanın kazanması temennisinde bulunulur.
            Ertesi gün sabah kahvaltısını müteakip, Konyasporlu futbolcular Nasrettin Hoca’nın türbesini ziyarete giderler. Sporcu gençler, ziyaret tarihlerini duvarlara yazmaktan kendilerini alamamışlardır. Hoca’nın mezarını ziyaretten dönüşte tekrar yemekler yenilir. Oyuna okul binasında hazırlanmak ve oyun taktiklerini konuşmak üzere toplanılır. Spor ayakkabı yokluğu yine ortaya atılır. Çekilen telgraf cevabının olumsuz olması, bavulun Akşehir’de bulunacağına kuvvetli ümitler verir. Trende bavulun bulunduğu mahalle ilgili konuşmalar, yapılan değerlendirmeler boşunadır. Artık sahada olmak, oyunu oynamak gerekmektedir.
 Öte yandan oyunun seyri için lazım gelen önlemler alınmış, spor sahasının etrafına on, on beş çadır kurulmuştur. Akşehir’e ilk defa bir sporcu kafilesinin gelmiş olması, halkta ilgi uyandırmıştır. Bu yüzden seyirci yavaş yavaş toplanmış, sahanın kenarlarında yerlerini almıştır. Erkek memurlar ve itibarlı tüccarlar, çadırlardaki mevkilere oturmuşlardır. Sarı kırmızı formalarıyla önce Sanatkârlar Gücü, yeşil kırmızı formalarıyla İdman Yurdu birinci takımları sahaya gelirler. Takımların ayrı ayrı ve hep birlikte “iki vaziyette” fotoğrafları alınır. Saat beş, beş buçuğu gösterirken, iki taraf kaptanları hakem encümeni için görüşürler.
Hakem, Akşehir İdman Yurdu’nun arzusuyla Harbiye’nin eski oyuncularından ve İdman Yurdu üyelerinden Onuncu Alay Zabitanından Selahattin Beydir. Para atılır, kaleler belli olur. Cenub (güney) yönüne Güçlüler, şimale(kuzey) Akşehir İdman Yurdu geçmiştir. İki takım da yerlerini alırken, bandonun çeşitli parçalar çaldığı görülür. Bandonun terennümatı arasında oyun başlar. Babalık Gazetesi muhabirine göre İlk akın İdman Yurdu tarafından yapılmıştır. Oyun çok cansız geçmektedir. Bir ara Sanatkârlar Gücü, İdman Yurdu kalesini ablukaya almıştır. Fakat etraftan büyük bir tezahürat yapılmaktadır. Hatta sahaya taş dahi atılmıştır. Hakem ise, maçın güzel bir şekilde oynanmasını âdeta engellemiştir. İdman Yurdu savunmasının yaptığı faulleri görmezlikten gelmiş, aksine Sanatkârlar Gücü aleyhine ceza atışı vermiştir. Onların itirazlarını dikkate almamıştır. İlk yarı sıfır sıfır biter. İkinci yarı kaleler değişir. Sanatkârlar Gücü kalecisinin ve sağ hafının bacak ve kolları vurulan tekmelerden kan içinde kalmıştır. Nihayet sağ haf oyundan alınır, yerine başkası girer. Güç, İdman Yurdu’nun bu sert hareketlerine sükûnetle ve ağırbaşlılıkla mukabele etmiştir.
Konya’daki gazetesine hakemi ve Akşehir İdman Yurdu futbolcularını suçlayarak haber yapan spor yazarına göre Akşehir İdman Yurdu sporcuları beş altı penaltılık pozisyon yaratmışlardır. Fakat hakem hiç birini penaltı ile cezalandırmamıştır. Bir ara orta sahadan topu kapan İdman Yurdu sağ içi Şeref, topu bazen eli ve bazen ayağıyla karşı sahaya kadar sürmüş ve faul düdüğü çalınmıştır. Hakem’in daha başka pozisyonlarda da İdman Yurdu aleyhine çalması gereken düdükleri çalmadığı gözlenmiştir. Hakem, bu sertliğe göz yummuş, itiraz edene, hemen faul vermiştir. Bir ara Sanatkârlar Gücü savunma oyuncularından Esat’ın ceza sahası içerisinde göğsüyle topu karşıladığı için bir penaltı verilmiştir. Sanatkârlar Gücü kalecisini kaleden çekerek “Buyurun atabilirsin!” demiştir. Yapılan bu harekete karşı İdman Yurdulular, topu alay edercesine içeri atmışlar, yani golü yapmışlardır. Spordan anlamayan seyirciler nazarında bittabi gol olmuş ve oyun, beş dakika sonra bitmiştir. Böyle bir yanlı anlatım sonucuna göre Akşehir İdman Yurdu, kısa bir süre sonra Konyaspor olan takımı penaltı golüyle 1-0 mağlup etmiştir.
 Konya muhabirinin değerlendirmesine göre bu maçta kim iyi, kim kötü oynadığına gelince: Akşehir İdman Yurdu’ndan savunma oyuncusu Vedat, kaleci Haydar, sol iç Muammer, sol açık güzel; diğerleri çok faullü ve şahsi oynamışlardır. Sanatkârlar Gücü’nden ise, kaleci Cevdet, savunma oyuncuları Hamdi, Esat, sağ açık Süreyya, sağ iç Sadık, sol açık Fuat ve sol iç, canla başla çalışmışlardır. Şükrü ise güzel oynamış ama karşı tarafın faullü oyunundan sakatlanmak ihtimali olduğu için kaleye çok yaklaşmaktan çekinmiştir. Hakem Selâhattin, görevini hakkıyla yerine getirememiş, alenen taraf tutmuştur. Gece, Türk Ocağı’nda verilen konser ve danstan sonra İstasyona gidilmiş, Akşehir gençlerinin yaşa tezahüratlarıyla trene binilmiş ve Konya’ya hareket edilmiştir[5].

Bu yazı Manşet Gazetesi’nden Mustafa Özcan’dan alıntıdır.
[1] “Konya Spor”,Babalık, 28 Ağustos 1928, s.3

[2] “Gücün Seyahati”, Babalık, 10 Ağustos 1928, s.2

[3] “Güç Sporcuları Çarşamba Günü Akşehir’e Gidiyorlar”, Babalık, 13 Ağustos 1928,Pazartesi s.2

[4] “Güç’ün Akşehir Turnesi”, Babalık, 21 Ağustos 1928, s.2

[5] Afif Sabri, Babalık, 23 Ağustos 1928, s.3

Akşehir’in Spor Tarihinden: AKŞEHİR’DE ATATÜRK’ÜN SEYRETTİĞİ İLK VE TEK FUTBOL MAÇI


28 Temmuz 1922 Cuma günü Akşehir’de Türk ulusu için yeni bir gün doğmakta idi. Yüzyıllar sonra yapılacak bir taarruzun kesin kararı bütün üst rütbeli subaylara  bildirilecekti. Ancak düşman tarafından bu olayın anlaşılmaması için bir maç yapılmasına karar verilmişti.
Mustafa Kemal, Nutukta : “28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını görmeleri ileri sürülerek ordu komutanları ve bir takım kolordu komutanları Akşehir’e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi komutanlarla genel olarak saldırı konusunda görüştüm.”
Büyük Atatürk’ün ilgiyle seyrettiği bir futbol maçı vardır. Bu, milletin geleceğinin belirlendiği günlerde yapılan bir futbol maçıdır. Mustafa Kemal Paşa, düşmana son darbeyi indirmeye hazırlanırken, taarruzun yeri ve tarihini son derece gizli tutmaya özellikle dikkat etmişti. Batı Cephesi, komutanları Akşehir’de toplamak için ilginç bir bahane buldu. Futbol orduda yaygın bir spor olmuştu. Tatil günleri alaylar, tümenler birbirleri ile kıran kırana maçlar yapıyorlardı. Cephe Karargâhı Futbol Takımı ile Kolordular Karması’nın 28 Temmuz Cuma günü Akşehir’de maç yapmaları kararlaştırıldı.
Olay basına bildirildi. Ordu ve kolordu komutanları, yakın birlikler bu güzel maçı izlemeye çağırıldılar. Cephe istihkâm birliği bir düzlüğü futbol sahası olarak hazırlamaya koyuldu. İki sıradan oluşan bir ahşap tribünde yapılacaktı. 28 Temmuz Cuma gününe kadar komutanlar Akşehir’de toplanmaya başladılar. Başkumandan ve diğer yüksek rütbedeki kumandanların futbol maçını seyre gidecekleri yolunda gazetelerde yayınlanan haberler, Türklerin daha bir süre taarruza girişemeyecekleri yolundaki kanaati daha da kuvvetlendirmişti. Nitekim Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi General Charles H.Smith de ünlü eseri “Gazi Mustafa Kemal” de bunu açıkça belirtiyor ve şöyle diyordu:
“..Bu yoldaki haberler gazetelerde ön planda yer alıyor ve yayılıyordu. Bu söylentiler, Türk Ordusu’nun daha bir süre herhangi bir harekette bulunamayacağı kanaatini uyandırıyordu. Bilhassa Yunanlılar böyle düşünüyorlardı. Dünya basınında ‘Kayıtsızlığa alışmış ve teseffüh etmeye (kokuşmaya) başlamış Türklerden ne beklenir ki...”
M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve diğer komutanlar Cuma günü olması dolayısıyla Cuma namazı için Akşehir Ulucami’ye gittiler. Aşçı Hoca’nın Necati lâkabıyla anılan Necati Erçelebi, “Atatürk ve komutanlar Ulucami’de Cuma namazı kıldı. Namazdan sonra halkla beraber İstasyon yolunun yanındaki Mustafa Kemal Paşa’nın kaldığı Derviş Bey’in evinin arkasındaki arazide Garp Cephesi Karargâhı’nın zâbit ve gedikli çavuşları ile Akşehirli gençler maç yaptılar. Ağabeyim Kara Mustafa da oynadı. Maçı seyreden Akşehir halkı ‘Paşa, Yunanlılara Türk askerinin harple pek ilgilendikleri yok, futbol maçıyla vakit geçiriyorlar dedirtmek için bu planı yaptı’ demişlerdi. Aslında da böyleydi.”  şeklinde anlatıyor.
Maçın yapılacağı sahaya gelindiğinde, tribünün birinci sırası M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Yakup Şevki Paşa, Nurettin Paşa ve Fahrettin Paşa’ya ayrılmıştı. Paşaların çoğu ilk kez bir futbol maçı izleyeceklerdi. İkinci sıraya Cephe Kurmay Başkanı Albay Asım Gündüz, Birinci Kolordu Komutanı Albay İzzettin Bey,
Dördüncü Kolordu Komutanı Albay Kemalettin Sami Bey ile cephe, ordu ve kolordu üstsubayları oturdular.
Saha toprak, kaleler filesizdi. Sahanın iç yanını genç subaylar, havacılar, doktorlar, astsubaylar, askerler, işçiler, şoförler ve bazı meraklı Akşehirliler
  çevirmişlerdir. Hakem ve oyuncular uzun şortluydu. Ayaklarında bot, yarım çizme ya da postal vardı. Biri kırmızı formalıydı, öteki beyaz. Kaleciler dizlerine sargı bezi sarmışlardı. Şeref tribününü ve seyircileri selamladılar. Maç başladı. Futbolu bilenler de bilmeyenler de çok neşelendiler. Yalnız Yakup Şevki Paşa durgunluğunu korudu.
Maç 2–2 bitti. Ancak İsmet Paşa’ya göre bu çetin maçta hiç gol olmadı.
Büyük komutanlar akşam yemeğinden sonra cephe karargâhında, Başkomutana ayrılmış olan büyük odada bir araya geleceklerdi. Kolordu Komutanları taarruz planlarını bilmiyorlardı. İlk kez öğreneceklerdi. Böylece Atatürk’ün seyrettiği bu ilk futbol maçı, memleketin kaderinde pek önemli bir yeri ve rolü bulunan hayati bir toplantıyı kamufle eden vesile olmuştu. General Sherrill de ünlü eserinde bu noktayı vurgulamaktadır:
“..Ankara’ya dönerken gece karanlığında Türk hatlarının merkezine vararak tümen ve ordu kumandanlarıyla toplanıp taarruz saati ile birlikte düşmana indirilecek darbenin bütün teferruatını görüşecek ve nihayet bir futbol maçı seyretmenin verdiği neşeyi yüzünde taşıyarak Ankara’ya dönecekti..”
Atatürk’ün resmî sıfatla hayatında Akşehir’deki seyrettiği ilk ve tek futbol maçı, Türkiye’nin kaderini değiştirmişti.

İsmet Paşa maçtan sonra not defterine: “Öğleden sonra IV. Futbolcuları ile kumandanlık oynadılar hiç gol olmadı. Berabere kaldı.”  diye not aldı

AKŞEHİRDE BİR KUVVACİ: TEFİK FİKRET SILAY


Akşehir, bütün yolların kesişme noktasında olduğu için Kurtuluş Savaşı öncesinde de her türlü etki ile karşı karşıya idi. Halka en kuvvetli etkiyi Kuvva-yi Milliyecilerin kurduğu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yapmıştır. İşte bu cemiyetin kurucularından biri Tevfik Fikret Sılay’dır. Akşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulduktan sonra Sılay başkanlığına seçilmiştir.

Tevfik Fikret Sılay, 1890 yılında Konya'nın Sille kasabasında doğdu. Babası Ali Efendi, annesi Mümüne Adviye Hanımdır. İlk ve ortaokulu Konya'da bitirdi.23 Haziran 1905'de Konya Mülkiye İdadisi'nden mezun olduktan sonra İstanbul'a gitti. Darülfünun Hukuk (İstanbul Üniversitesi) Mektebine kaydoldu. 25 Eylül 1914'de 'ALA" derece ile şehadetname (diploma) aldı.

Konya İstinaf Mahkemesi Mukayyetliği görevinde 1909 tarihinde işe başladı.  8 Mayıs 1911'de terfi ederek Karaman Bidayet Hukuk Mahkemesi zabit kitabetliği ve 1913 yılına kadar  Karaman icra memurluğu görevlerinde bulundu. 1. Dünya savaşı'nın hemen  başında 2 Ağustos 1914 tarihinde talimgâha geldi. 9  aylık bir eğitimden sonra zabit vekilliğine ve 16 Temmuz 1916 tarihinde mülazımlığa (Subaylığa)terfi etti. Çanakkale savaşlarında bilfiil savaştı. 1.Dünya savaşında İttifak Devletleriyle birlikte savaştığımız Balkanlar da özellikle Galiçya Cephesinde destan yazan Osmanlı askerlerinin içinde harbin sonuna kadar silahlı olarak hizmette bulundu. Bu arada Mustafa Kemal Paşa ile tanıştı.

30 Ekim 1918’de Mütareke imzalanınca Konya'ya dönen Tevfik Fikret Sılay Bey Akşehir Mahkeme Reisliğine atandı. Akşehir'de Hacı Bekir Efendi (Sümer) ile Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin şubesini açarak faal olarak çalıştı. Yaklaşık olarak Akşehir’de üç yıl kalan Tevfik Sılay, Akşehirlilerin Kurtuluş Savaşına katılmalarında etkili ve aydınlatıcı rol oynamıştır. Akşehir Mahkeme Reisi iken askere çağrılan Tevfik Fikret Sılay, 11 Ağustos 1921 tarihinde tekrar orduya katıldı.  Mustafa Kemal Paşa'nın Yaveri olarak görev yaptı ve Batı Cephesinde yapılan bütün savaşlara iştirak etti. 9 Eylül 1922 İzmir'in düşmandan kurtulduğu gün; şehre Mustafa Kemal Paşa ile birlikte girdi. 1.Dünya savaşı ve Milli Mücadele'de silahlı olarak bizzat cephelerde yer alan Tevfik Fikret Sılay; hizmetinden dolayı İstiklal Madalyası ile taltıf edildi.


12 Temmuz 1923'te yapılan seçimlerde 871 oy alarak Konya'dan Milletvekili seçildi, başarılı görevlerde bulunduktan sonra 1927 yılında  üçüncü dönemde tekrar Konya Milletvekili seçildi. Konya'dan II, III. IV, V,VI,VII, ve VIII. dönemlerde de Milletvekili seçilen Tevfik Fikret Sılay'ın; genç yaşında ölen Konya Milletvekili Musa Kazım (Onar) Efendi'nin, öksüz çocukları için  Konya Milletvekili Kazım Hüsnü Bey ile verdiği "Türkiye'nin bütün okullarında meccanen okusunlar" kanun teklifi Türkiye'de çıkan ilk özel kanundur. Meclis'te kabul edilen kanun, Sılay tarafından Onar ailesine İstanbul'da bizzat bildirildi. 1 Mart 1935 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan vekilliğine seçildi.

            Belli bir süre Celal Bayar ve Refik Saydam kabinesinde Adalet Bakanı oldu. 1945 yılında tekrar TBMM Başkan vekilliği görevine seçildi. Sağlık sorunları nedeni ile 1950 yılında siyasi hayattan çekildi. 20 Nisan 1959 yılında Ankara'da kalp yetmezliğinden vefat eden Tevfik Fikret Sılay'ın naaşı, Asri Mezarlıkta toprağa verildi.

ALİ KIRCA’NIN ÇOCUKKEN AKŞEHİR’DEN AYRILIŞI


Ünlü televizyon sunucusu ve yazar Ali Kırca, annesine yazdığı bir şiirimsi yazısında 14 yaşındayken Akşehir’den ayrılışını anlatmaktadır.
Aslen soyadını aldığı Sultandağı'na bağlı Kırca köyü kökenli olan Ali Kırca 1948 yılının Aralık ayında Akşehir’de doğdu. 1963 yılında İstanbul’a geldi.
Ali Kırca sonraki yıllarda vefat eden annesi Müşerref Kırca’ya Alzheimer olduğunda Akşehir’i ve Akşehir’den ayrılışını hatırlaması için 7 Mayıs 2005 tarihinde bir mektup yazdı. Hatırlıyor musun o tren istasyonunu? diye başlayan mektubunda Kırca, Akşehir Tren İstasyonundaki duygularını anlatıyor. İşte o mektup:
Hatırlıyor musun?
Hatırlıyor musun o tren istasyonunu?
Nasıl da kalabalıktı...
14 yaşında bir çocuğu uğurlamaya gelmişti herkes. Nasıl da kalabalıktı...
Uzak yakın akrabalar, okul ve mahalle arkadaşları, öğretmenler, komşular...
Henüz o kadar çocuktu ki, yanında onunla birlikte istasyona girecek treni
bekleyen koca valiz, boyunun yarısına geliyordu neredeyse. Çocuk şaşkındı biraz; sevinsin mi üzülsün mü bilemiyordu.
Yazın son günleriydi. Onu doğup büyüdüğü kasabanın sokaklarından, büyük şehrin hiç bilmediği caddelerine götürecek "İstanbul Motorlusu"nun istasyona girmesine beş on dakika kalmıştı.
Son veda dakikaları...
Tren fazla beklemezdi çünkü... Alır yolcularını giderdi. Alıp "çocuk yolcusu" nu gidecekti.
"Leyli" sınavını kazanmıştı. O zaman öyle denirdi yatılı okullara... Çok daha
eskiden de "askeri idadi" diye anılırdı gideceği İstanbul mektebi. Leyli ve askeri
sözcüklerinin anlamı aynı zamanda "parasız yatılı" okumak demekti.
Yani...
Yolculuğun sebebi "mecburiyet"tendi biraz da...
Birazdan da değil hepten öyleydi işte.
Çocuk da az çok biliyordu bunu.
Lakin, istasyonda toplanan kalabalık, bu zorunlu gidişi şenlikli bir vedaya
çevirmekteydi.
O istasyon...
O istasyon, her şeyden önce siyah beyaz bir fotoğraftı hepimiz için.
Büyük taarruz kararının verildiği Garp Cephesi Kumandanlığı bizim şehrimizdeydi.
Büyük zaferin birkaç gün öncesinde açılmıştı körüklü fotoğraf makinesinin siyah
beyaz perdesi ve. Ve; Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Sovyet Büyükelçisi birlikte resmedilmişti. Arkadaki tabelada istasyonun adı yazılıydı Frenkçe ve
Arapça:Akchehir  frenkçesiydi hatırlıyor musun? Hatırlıyor musun o resmi? İşte o istasyondaydın o veda gününde.
Cumhuriyetin ilan edildiği yıl doğmuştun. Adını o şerefli yıldan esinlenerek koymuştu İstiklal Savaşı gazisi baban. Toz kondurmadın bir gün bile; Cumhuriyetin Kurucusu'na; bir gün bile çıkarmamışken başından beyaz tülbentini...
Çocuğun mavi gözlerine bakıp derdin ki hep;"Büyüyünce onun gibi ol!"
Öyle derdin, hatırlıyor musun? Çocukta sanmıştı ki, kaderin gün gelip "onun gibi" askeri idadi'ye doğru başlayan yolculuğuna pek sevinecektin.
İstasyondaki öteki şenlik kalabalığı gibi...
Ama...
Öyle olmadı işte...
Tren geldi...
Çocuk koca valizini zorlukla taşıyarak alelacele bindi vagona...
Alkışlar, sevinç çığlıkları kalabalıkta.
Derken...
Çocuk yapayalnız kaldığını hissetti birden...
Kalabalığın şenlik gürültülerini duyuyor, ama sesleri duymuyordu. tren penceresinden bakarken. Issızlık sardı her yanı aniden... İçi üşüyordu.

Her şey geride kalıyordu işte. Dizini kanattığı sokaklar, arkadaşlar, ilk çocukluk
aşkı, kiraz bahçeleri... Ve 14 yaşında bilmediği bir gurbetin dehlizlerine
yapayalnız sürükleniyordu.

Elini tren penceresinden uzatıp sallarken gülümsüyordu güya.
İçine doğru ağladığını kim bilebilirdi? Ve sen yanaştın pencereye, tam da tren
hareket ederken hatırlıyor musun?
"İstemiyorsan hemen in!"dedin bağırarak, ötekiler farkında değildi ama çocuk duydu.

Çok geçti lakin... Tren gidiyordu. Bir kez daha haykırdın sonra... Çocuk duydu.
"Mektup yaz gidince... İstemiyorsan hemen dön,hemen...Aldırırım seni! Bırakmam gurbetlerde!..."

Yarın sana geleceğim...
Beyaz tülbentini indirip pamuk saçlarını okşarken soracağım:
"Hatırlıyor musun? Hatırla ne olur... Biliyorum bütün görüntüler silinip gitti ama o
günü hatırla...Bir tek sen söyleyebilirdin bir tek sen...Kalabalıkları kaale
almadan, kendi yüreğimin sesini dinlememi bir tek sen söyleyebilirdin bana. Bir tek sen... Gözlerim gülerken içimin ağladığını bir tek sen görebilirdin. Gördün de... Bir tek sen...
Sen benim annemsin,
Hatırlıyor musun?"
Kaynak: Sabah Gazetesi


AKŞEHİR PALAS OTELİNDE BEDİÜZZAMAN İLE NECİP FAZILIN BULUŞMASI


Akşehir Palas Oteli, 1952 yılında İslamcı Şair, Yazar ve Düşünür Necip Fazıl ile İslam Alimi ve Tefsircisi, Risale-i Nur Külliyatı'nın yazarı Bediüzzaman Said Nursi ile buluşmasına ev sahipliği yaptı.
Akşehir Palas Oteli, 1950 yılında Akşehirliler tarafından İstanbul’un Eminönü ilçesinin Sirkeci semtinde açılmıştı.
1952’lerde Akşehir Palas Oteli, Sirkeci Garının Sultanahmed’e çıkan caddenin sağında hemen çıkmaz sokakta idi. Adliye yürüme mesafesinde yani çok yakındı. Adliye o zaman ki Büyük Postanenin üst katı, 5. kat… yürüyerek üç-beş dakika...
İslamcı Şair, Yazar ve Düşünür Necip Fazıl Kısakürek,  Abdülhakim Arvasi’yi tanımış ve kâmil insan olarak onu görmüş, başka hiçbir kimseyi onunla kıyas etmezdi. Necip Fazıl birçok din büyüğü ile tanıştı, görüştü ama o hiçbirini velayet ve tasavvuf cihetinden kâmil mürşit olarak görmezdi.
Bediüzzaman Said Nursi’ye Gençlik Rehberi adlı kitabından dolayı bir dava açılmıştı. Bediüzzaman Said Nursi, bu davanın duruşmasına katılmak için 1952 yılının Ocak ayında İstanbul’a gitti. Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'ne yerleşti. Kaldığı yer otelinin çatı katında idi. Batar kat denir ya, kenarları teras, öyle bir yerdi. Bir karyola, bir teneke, musluk, birkaç kap kacak, bir de hasır var. Hasırda cemaatle namaz kılınıyordu.
Bediüzzaman Said Nursi, Akşehir Palas otelinde kalırken kendisini ziyaret edenlerden biri de Necip Fazıl idi. Necip Fazıl’ın bu ziyareti 1952 yılının Şubat ayında gerçekleşmişti.
Avukat Hüseyin Rahmi Yananlı’nın anlattığına göre; kendisi Bediüzzaman Said Nursi’yi ziyarete gidecekken Necip Fazıl’da kendisi ile gelmek ister ve beraber Akşehir Palas oteline giderler. Necip Fazıl geliyor denince Bediüzzaman:
 “Hemen bir sandalye bulun” dedi. Bediüzzaman, Necip Fazıl’ı alaka ile karşıladı. Ona çok iltifatlarda bulundu. Necip Fazıl’a ‘kardeşim’ diyerek sarıldı ve sandalye vererek oturmasını sağladı.
Görüşme sırasında Necip Fazıl, Bediüzzaman’a hizmet eden gençleri gördü. Bu gençler kendisinin yanına gelip giden gençlerdi.  Gençleri onun yanında ve hizmetinde görünce  üzülmüş olacak ki, Bediüzzaman kendisine:
"Üzülme! Üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak kabul ettim. Ben seni Risale-i   Nur'a yirmi senelik hizmet yapmış olarak kabul ediyorum' dedi.
Yine Necip Fazıl'la olan görüşme sırasında Bediüzzaman, Necip Fazıl Kısakürek’e:
"Biz bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrilik yoktur. Ders almak ve kaynak bakımından aynı yere gidiyoruz.' dedi.
Görüşme sırasında Necip Fazıl, Bediüzzaman Said Nursi’nın takdirini kazanmak için:
 “Benim evladımı bıçakla lime lime doğrasalar affedebilirim de ‘filancayı' (Mustafa Kemal’i) affedemem” demiş.
Bediüzzaman da:  ‘Maşallah, maşallah, tıpkı Eski Said gibi konuşuyorsun' şeklinde ona cevap vermiş. Anlaşılan bu cevap Necip Fazıl'ın hoşuna gitmemiş ve Necip Fazıl pür telaş otelden ayrıldı. Ayrılırken kendisinden randevu isteyenlere ; “Moda Şükran Sokak Numara 5” dedi, geçti ve hızla oradan uzaklaştı. Çok cerbezeliydi.
Kaynak: Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi anlatıyor. Nesil yayınları.


AKŞEHİR GÖLÜNÜ MAYALAMA FİKRİ KİMDEN ÇIKTI?


Nasreddin Hoca şenliklerinin en güzel etkinliklerinden biri Akşehir gölünün mayalanmasıdır. Nasreddin Hoca fıkrasından etkilenerek oluşturulan bu etkinlik  1962 yılından beri her şenlik programında yer almaktadır.
1959 yılında başlayan Nasreddin Hoca şenliğini 1962 yılında  renklendirmek için İstanbul’dan gelen Cumhuriyet gazetesi muhabiri Mücahit Beşer, Nasreddin Hoca Derneği yetkilileri ile görüşerek şenliklerde Nasreddin Hoca fıkralarını canlandırmayı teklif etti. Bunun üzerine 20 Haziran 1962’de bir misafir grubu ile 8-10 genç ve temsili Nasreddin Hoca  göl kıyısına giderek gölü mayalamışlardır. Bunu resimleyen ve haber yapan gazetecilerden biri de Mücahit Beşer’dir. O günkü  Cumhuriyet gazetesine gönderdiği haber şöyledir:
Akşehir Gölü Dün Mayaladı
Nasreddin Hoca Festivali dün neşeli bir şekilde Akşehir’de başladı.
(Özel suretle giden Mücahit Beşer bildiriyor) Akşehir, 21- Nasreddin Hoca Festivali bugün başlamıştır. Bu vesile ile Akşehirli gençlerin memleketi ekonomik problemlerden kurtararak refah ve mutluluğa kavuşturmak amacıyla yaptıkları göl mayalama denemesi hüsranla sonuçlanmıştır.
Sabah saat 9’da otobüslerle ilçeye 5 kilometre uzaklıktaki Akşehir gölüne giden gençler, ilgi çekici bir törenle denemeyi yapmışlardır. Denemede başarı ihtimalini artırmak için festivale katılan Silifke Folklor Ekibinin memleketlerinden özel suretle getirdikleri yoğurt mayası kullanılmıştır. Nasreddin Hoca’nın kendine has kıtafetine bürünmüş bir genç tarafından Akşehir gölüne atılan mayanın beklenen sonucu vermemesi karşısında, kafile yeni bir ümüdin peşinde kasabaya dönmüştür. Daha sonra Hoca’nın türbesine yakın bir tarlaya diken tohumu ekilmiştir….”şeklinde haber devam ediyor.
İstanbul’dan Akşehir’e gelirken Mücahit Beşer, göl mayalama olayını ciddi ciddi düşünüp maya tutarsa gölden ne kadar yoğurt alınabileceğine dair hesapları ile bu yoğurtla dış borçları ödeme esprisi de yapmaya başlamıştı. Onun hesabına göre; 72 kilometre kare yüzölçümüne ve derinliği iki metre olan Akşehir gölü, şayet maya tutarsa birden bire 144 milyon ton yoğurt ortaya çıkmış olacaktır. Bu yoğurt ihraç edildiği zaman Türkiye’nin o zamanki dış borcu kolaylıkla ödenmiş olacaktır.
Cumhuriyet gazetesinin o günkü muhabiri Mücahit Beşer’in fikri ile başlayan bu etkinlikte bu güne kadar Akşehir gölü henüz maya tutmadı. Ama biz sabırla bekliyoruz.
“-Ya tutarsa.”
Kaynak: Cumbul, Sadi (1966) Nasreddin Hoca Antolojisi Cilt1 Akşehir: Nasreddin Hoca Derneği yayınları





“DOKUZAYONGÜN” ÇIKTI


İsmet İnönü Endüstri Meslek Lisesi Öğretmeni ve Gazetemizin Yazarı Mehmet Koç tarafından yazılan “Dokuz Ay On Gün- Akşehir’den Zafer Doğdu” kitabı Akşehir Belediyesi Kültür Yayınları’ndan çıktı.
Akşehir tarihinde önemli bir yer tutan Batı Cephesi Karargahı’nın Akşehir’e taşınması ile başlayan Akşehir’deki Büyük Taarruz’a Hazırlıklarının gün gün anlatıldığı kitapta, tarihin tozlu raflarında kalmış, pek çok belgeye yer veriliyor.
Yapım ve tasarımı Akşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Birimi tarafından yapılan ve Nasreddin Matbaası tarafından basılan kitap 140 sayfa olup ciltli kalın karton kapak olarak tasarlandı.
Sakarya savaşının zaferle sona ermesinden sonra Yunan ordusunun Afyon- Eskişehir hattına çekilmesi nedeniyle Türk ordusunda düşman karşında mevzilenmek için güneye doğru hareket etti. Orduların yönetimini sağlayan Batı Cephesi Karargâhı da buna bağlı olarak Akşehir’e taşındı. Bilinenin aksine bu geliş tarihinin 18 Kasım 1921 değil 15 Kasım 1921 olduğunu kitabında Mehmet Koç, tarihi belgeler ışığında ortaya koyuyor.
  15 Kasım 1921 tarihinden itibaren 24 Ağustos 1922 tarihine kadar olan dokuz ay on günlük süre içerisinde özellikle askeri alanda her gün neler yapıldığı “Dokuz Ay On Gün- Akşehir’den Zafer Doğdu” kitabında yer almaktadır.
 Düşmanı tamamen yurdumuzdan kovmak için Türk’ün tarihinde üç yüz yıl sonra yapılan bir Büyük Taarruz’un uzun ve yoğun bir hazırlık gerektiği bilinen bir gerçektir. İşte bu hazırlığın en yoğun olarak yapıldığı yer Akşehir ve çevresidir.  Bu hazırlığa Akşehirlilerin etkin bir şekilde katkı koyduğu, ekmeğini askeri ile paylaştığı,   askerinin silahını yaptığı ve bütün Anadolu’da olduğu gibi kadınlarının, çocuklarının sırtlarında cephane taşıdığı yer Akşehir ve çevresidir.
Ancak bu güne kadar bu konuyu anlatan terli toplu bir eser ne yazık ki ortaya konulmamıştı. İşte Mehmet Koç, bir ilki gerçekleştirerek Büyük Taarruz’a hazırlıkta Batı Cephesi Karargâhında yaşananları bu kitabında gün gün ortaya koymaktadır.
 Akşehir Müzesi Müdürü Ömer Faruk Türkan ve Personeli ile Akşehir Kütüphane Müdürü Metin Salar ve personeli, yazarın tarihi belgelere ve kaynaklara ulaşmasında büyük katkıları oldu.
Bunun yanı sıra kitabın tasarlanıp basımının yapılmasını sağlayan başta Akşehir Belediye Başkanı Op. Dr. Mustafa Baloğlu olmak üzere Akşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Personeli konusunda bir ilk olan kitabın ortaya çıkmasını sağladılar.
Yıllardır Gazetemizin “Tarih Sayfalarında AKŞEHİR” köşesinde Akşehir’de yaşananları tarihin tozlu raflarından çıkararak insanlarımızın bilgisine sunan yazarımız Mehmet KOÇ bu kitap ile Akşehir’e yine büyük bir hizmet gerçekleştirdi.

Kendisi ile gurur duyduğumuz yazarımızı “Dokuz Ay On Gün-Akşehir’den Zafer Doğdu” kitabından dolayı Akşehir halkı adına tebrik ederiz ve yeni eserlerini bekliyoruz.

1946’DA ARGEOLOG DR. W. RUBEN’İN YAHSİYAN GEZİSİ


            (1946 yılında Cihanbeyli ile Akşehir arasında Prof. Dr. W. Ruben, Docent Dr. Abidin İtil ve Ferruh Sanır on günlük bir gezi yaparlar. Bu gezide gerek klasik çağa ait, gerekse Bisans devri ile ilgili bir çok kalıntılar bulunarak Ankara’da incelettirmişlerdir. Prof. Dr. W. Ruben, yazmış olduğu kitabında Turgut hakkında şu bilgiler yer almıştır.)

Akşehir’e bağlı Yahsiyan köyü zaman içerisinde Gölçayır adını almıştır.
Ahi'ler köylere kadar yayılmışlardı; fakat maalesef biz bunların buralarda nasıl tesir icra edebilmiş oldukları hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. Akşehir ilçesinin Yahsiyan köyünde bugün bile, bir cami içerisinde halk tarafından ziyaret edilen Ahi Yakup mezarı vardır; Ahi Yakup adı, mezarın hemen yanında bir yerde camiin duvarına yazılmış bir vaziyettedir.
……………………………
Romalılara ait mezar taşlarına rastladığımız 15 yerin adları şunlardır: Inevi (Cihanbeyli), İnsuyu, Çeşmeli Zebir, Taahhütlü, Yığar, Karabıyık, Engili, Bisse, Akayit, Maarif, Yahsiyan, Kozağaç, Gürnes, Apsarı ve Akşehir. Bunlardan ancak pek azında (Inevi) figürlerden müteşekkil süs kısmı muhafaza edilmiştir. Bir kısmı çok ihtimam gösterilerek yapılmıştır.
Bunlardan maada, Yahsiyan köy camiinin minaresinde inşaat malzemesi olarak kullanılmış bir heykel başı vardır ki, bunun ancak saç kısmını görmek mümkün oluyor; bir insan kafasına ait bir parça olabildiği gibi bir hayvan başı olması da muhtemeldir.
………………………………..
 Bisse, Eğrigöz, Maarif, Kozağaç, Sorgun, Yahsiyan, Nadir, Kara Hüyük, Apsarı, Kürt Köyü ve Melles'te de sayısız bir çok yapı taşları saydık.
……………………………………………..

Yahsiyan'da gördüğümüz ve Kadir Kılıç Ağaya ait olan iki katlı eski ev de her halde 100 seneden az evvel yapılmış değildi. Evin üst katındaki küçük ve karanlık odaların duvarlarında oyma işlemeli tahta raflar ve bir de odada, çok eski biçimde ve yine oyma tahtalarla süslü bir ocak bulunmaktaydı. Bugün ev artık içinde oturulamayacak kadar haraptır ve ancak erzak v. s. koymak için kullanılıyor. Ayni derecede eski olan Kırşehir'deki evlerle bunlar arasında pek o kadar büyük bir fark görülmemektedir ve bunlar bugünkü diğer köylü evlerinden çok daha zengin ve bir o kadar da iyidirler. Ve böyle bir evin bugüne kadar ayakta durabilmiş olmasının sebebi de her halde onun hatırı sayılır bir kimseye ait olması ve bir az da, alelade evlere nispetle daha fazla ihtimamla yapılmış bulunmasıdır.

SELÇUKLU SULTANININ TAHTA ÇIKTIĞI KÖY: ALTUNTAŞ


Başkenti Konya olan Anadolu Selçuklu Devleti sultanlarından II.Gıyaseddin Keyhüsrev öldüğünde yerine Akşehir’in Altuntaş köyünde yapılan törenle oğlu İzzeddin Keykavus tahta çıktı.
1246 yılında Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev öldüğünde İzzeddin Keykavus, Rükneddin Kılıç Arslan ve Alaadin Keykubad adında üç erkek çocuk bırakmıştı. Babaları öldüğünde bunların en büyüğü İzzeddin Keykavus on bir, küçük kardeşi Rükneddin Kılıç Arslan dokuz ve en küçük kardeşi Alâeddin Keykubad ise, henüz yedi yaşındaydı.  İzzeddin Keykavus’un annesi Konyalı bir Rum papazın kızı Berdûliye Hatun; Rükneddin Kılıç Arslan’ın annesi Konyalı zengin bir Rumun kızı; Alâeddin Keykubad’ın anası ise, Abhaz Melikesi Gürcü Hatun idi. 
II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü Hatun’dan olan oğlu Alâeddin Keykubad’ı daha doğumu sırasında veliaht tayin etmişti. Buna sebep Gürcü Hatun’u çok sevmesi ve Gürcü Hatun’un soy bakımından diğer eşlerine göre daha üstün olmasından kaynaklanıyordu. Nitekim II. Gıyaseddin Keyhüsrev, sağlığında Alâeddin Keykubad’ın ilerde sultan olması için emirlerin ona uymasını buyurmuş ve bu konuda hepsinden sağlam güvenceler ve sözler almıştır. Ancak alınan güvencelere, verilen sözlere ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in vasiyetine rağmen Alâeddin Keykubad tahta çıkmaya muvaffak olamamıştır. Sahib Şemseddin Muhammed, Emir Celaleddin Karatay, Emir Şemseddin Hasoğuz, Emir-i Câmedar Emir Esededdin Ruzbeh ve Pervane Fahreddin Ebu Bekir Attar gibi devrin ünlü devlet adamları, iki büyük kardeşin bırakılıp, küçük kardeşin tahta çıkmasını örfe uygun görmemişler, derhal harekete geçerek,  Borgulu (Uluborlu) Kalesi’nde Türk töresine göre idarecilik yapan Melik İzzeddin Keykavus’u alarak, Konya Akşehir’in Altuntaş köyüne götürmüşlerdir. Burada daha önceden bir taht hazırlamışlar ve tahta çıkış merasimleri esnasında iki yanına da melik kürsüsü yerleştirmişlerdir. Kürsülerin sağ tarafına Rükneddin Kılıç Arslan, sol tarafına da Alâeddin Keykubad oturtulmuştur. Daha sonra Sahib  Şemseddin ile  Şemseddin Hasoğuz, Melik  İzzeddin Keykavus’un sağ ve sol kolundan tutarak, onu tahta oturtmuş ve adet olduğu üzere “saçı geleneğini” yerine getirerek dinar ve mücevher saçmışlardır. Melik  İzzeddin Keykavus’un sultanlık makamına geçişi böyle alelacele tamamlandıktan sonra, devletin başkenti Konya’ya hareket edilmiştir.
Konya’ya geldiklerinde ise tekrar tören (azin) düzenlenmiş,  İzzeddin Keykavus, atalarının tahtına oturtulmuştur. Emirler, komutanlar ve memleketin asker sahipleri gelip yeni sultana biat etmişler ve ardından adet olduğu üzere büyük törenler yapılmıştır. II.  İzzeddin Keykavus, tahta geçtikten sonra kendisini tahta geçiren devlet adamlarına bir  şükran ifadesi olarak, devlet görevlerini bunlar arasında paylaştırmış ve derecelerini yükseltmiştir. Bu görevlerin dağıtımı ise şöyleydi: Sahib Şemsedin vezirlik makamını muhafaza etmiş, naiblik Celaleddin Karatay’a, beylerbeyliği Şemseddin Hasoğuz’a, atabeğlik  Esededdin Ruzbeh’e ve pervanelik Ebu Bekir Attar’a verilmiştir. Tam bu sırada, Anadolu Selçukluları’nın tabi olduğu Moğol tahtında önemli bir değişiklik meydana gelmiş ve Göyük Han başa geçmiştir. Bu vesileyle büyük bir kurultayın toplanması kararlaştırılmış ve tabi hükümdarlar, birçok resmi devlet temsilcisi, Karakurum’a davet edilmiştir. II. İzzeddin Keykavus ise, Ermeni ve Rum tecavüzlerini bahane ederek, kendisi kadar sultan yetkilerine sahip olduğunu söylediği kardeşi Rükneddin Kılıç Arslan’ı göndermiş ve kendisinin ise, daha sonra bizzat geleceğini bildirmiştir. Böylece Anadolu Selçukluları için çok ağır gelen bir tabiyyet bildirimi atlatılmış oldu.
Kaynak: EKİCİ, Kansu (2005)  Anadolu Selçuklu Devletinde Üç Kardeş Devri (1246–1266). Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı (Yüksek Lisans)



1319/1901 TARİHLİ MAARİF SALNAMESİNE GÖRE AKŞEHİR MEDRESELERİ


 Bu belgeye göre; Akşehir’de (3’ü Karaağa, Harman, Pazar köylerinde olmak üzere) 24 medrese mevcut olup 29 müderris görev yapmaktadır. Bu medreselerde 478 öğrenci eğitim öğretim görmektedir. Akşehir medreseleri şunlardır:
1-Bağcı Medresesi, Kileci Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Abdülkadir Paşa’dır. Abdülkadir Efendi’nin müderris olduğu medresede 02 öğrenci eğitim görmektedir.
2-Çukur Medresesi, Hacı Ömer Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Ömer Efendi’dir. Argıtanlı Ömer Efendi’nin müderris olduğu medresede 32 öğrenci eğitim görmektedir.
3-Hacı Ali Efendi Medresesi, Hacı Ömer Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hacı Ali Efendi’dir. İsmail Efendi’nin müderris olduğu medresede 25 öğrenci eğitim görmektedir.
4-Hacı Ali Medresesi, Caferler Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hacı Ali Efendi’dir. Hacı Ali Efendi’nin müderris olduğu medresede 14 öğrenci eğitim görmektedir.
5-Halil İbrahim Efendi Medresesi, Pazar köyündedir. Kurucusu: Tuğluoğlu Halil Ağa’dır. Ahmed Efendi’nin müderris olduğu medresede 12 öğrenci eğitim görmektedir.
6-Halkalı Medresesi, Altınkalem Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Ata Bey’dir. Kamil ve Murtaza Efendiler’nin müderris olduğu medresede öğrenci sayısı bilinmemektedir
7-Harputi Ömer Efendi Medresesi, Çarşı civarındadır. Kurucusu: Dede Paşa’dır. Müsevvit Emin Efendi’nin müderris olduğu medresede 22 öğrenci eğitim görmektedir.
8-İmaret Medresesi, Kileci Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hasan Paşa’dır. Çukurçakılı Ömer Efendi’nin müderris olduğu medresede öğrenci sayısı bilinmemektedir.
9-İmaret Medresesi, Kileci Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hasan Paşa’dır. Tarsuslu Abdullah Efendi’nin müderris olduğu medresede 19 öğrenci eğitim görmektedir.
10-İmaret Medresesi, Kileci Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hasan Paşa’dır. Bahri, Ahmed ve Abdullah Efendiler’nin müderris olduğu medresede Öğrenci sayısı bilinmemektedir.
11-İzzet Efendi Medresesi, Pazar köyündedir. Kurucusu: Tuğluoğlu Halil ağa’dır. Ahmed Efendi’nin müderris olduğu medresede 19 öğrenci eğitim görmektedir.
12-Kara Hafız Efendi Medresesi, Altınkalem Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hacı İbrahim Ağa’dır. Hacı Mehmet Efendi’nin müderris olduğu medresede 7 öğrenci eğitim görmektedir.
13-Kara Molla Medresesi, Meydan Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Bekiroğlu’dur. Mustafa Efendi’nin müderris olduğu medresede 24 öğrenci eğitim görmektedir.
14-Kelli Medresesi, Hacı Kumaşçı Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Dede İbrahim Paşa’dır. Hacı Osman ve Rasih Efendilerin müderris olduğu medresede 28 öğrenci eğitim görmektedir.
15-Mehmed Medresesi, Bimende Mahallesi’ndedir. Köy halkı tarafından yaptırılmıştır. Mehmed Efendi’nin müderris olduğu medresede öğrenci sayısı bilinmemektedir
16-Mergatani Medresesi Altınkalem Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Silleli Hacı Hüseyin Efendi’dir. Karahafızzadeler’nin müderris olduğu medresede 18 öğrenci eğitim görmektedir.
17-Mündefçizade Medresesi, Pazar köyündedir. Kurucusu: Tuğluoğlu Halil Ağa’dır. Ahmed Efendi’nin müderris olduğu medresede 27 öğrenci eğitim görmektedir.
18-Ökseli Hacı Ali Medresesi, Hacı Ömer Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hacı Ali Efendi’dir. Ahmed Efendi’nin müderris olduğu medresede 44 öğrenci eğitim görmektedir.
19-Piribeyli Ömer Efendi Medresesi, Hacı Ömer Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hacı Ali Efendi’dir. Ali Efendi’nin müderris olduğu medresede 36 öğrenci eğitim görmektedir.
20-Sadık Efendi Medresesi, Kileci Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Hasan Paşa’dır. Osman ve Mehmed Efendilerin müderris olduğu medresede 21 öğrenci eğitim görmektedir.
21-Sarı Ali Efendi Medresesi, Çarşı civarındadır. Kurucusu: Nuri Osmaniye kayyimi Süleyman Efendi’dir. Mustafa Efendi’nin müderris olduğu medresede 28 öğrenci eğitim görmektedir.
22-Süleyman Efendi Medresesi, Karaağa köyündedir. Kurucusu: Süleyman Efendi’dir. Süleyman Efendi’nin müderris olduğu medresede, 14 öğrenci eğitim görmektedir.
23-Tokluoğlu Medresesi, Doğanhisar’ın Harman köyündedir. Kurucusu: Tuğluoğlu Halil Ağa’dır. Yeşil Mustafa Efendi’nin müderris olduğu medresede 36 öğrenci eğitim görmektedir.

24-Yusufağa Medresesi, Altınkalem Mahallesi’ndedir. Kurucusu: Sahib Yusuf Ağa’dır. Abdülhalık ve Hacı Mehmet Efendi’nin müderris olduğu medresede 50 öğrenci eğitim görmektedir.

19. YÜZYILDA KONYA MEDRESELERİNDE OKUYAN AKŞEHİRLİ ÖĞRENCİLER


Bu çalışma Sadık Albayrak’ın  “Son Devir Osmanlı Uleması” adlı eseri esas alınarak hazırlanmıştır. Beş cilt olan bu eser taranarak 19 yüzyılda Konya medreselerinde okuyan Akşehirli öğrencilerin isimleri, doğum tarihi,  doğum yeri,  Konya’da ve Akşehir’de okudukları medreseleri  ve  hocaları  tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu öğrenciler ilk tahsil ve rüştiye tahsillerinden sonra medreselere kabul edilmektedir.
            Konya medreselerinde okuduğu tespit edilen öğrenciler alfabetik bir sıralamaya tabi tutularak haklarında kısa bilgi verilmiştir. Ayrıca cilt ve sayfa numaraları paragraf sonlarına konulmuştur.
            Konya ve Akşehir medreselerinde okuyan öğrenciler şunlardır:
            ABDÜLKADİR EFENDİ:  1256/1841 Akseki doğumlu.  Akşehir’de Harputi Ömer Efendi medresesinde Molla Cami’ye kadar okuyup İstanbul’da tahsiline devam etti. 1-72
AHMED EFENDİ:  1283/1867 Akşehir doğumlu.  Dini ilimleri Akşehirli Hüseyin Sabri Efendi’den tahsil ederek icazet aldı. Kendisi de 6 öğrenciye icazet verdi. 1910’da Akşehir müderrisliğine tayin edildi. 1–101
AHMET LÜTFİ EFENDİ:  1295/1878 Akşehir doğumlu. Akşehir’de ulemadan Hamalzade Hacı Mehmet Azmi’den icazet aldı. 1–179
ALİ RIZA EFENDİ: 1274 Akşehir doğumlu. Konya’da sarf nahiv ve mantık okumuştur. 1–289
HALİL HİLMİ EFENDİ:  1303 Bolvadin doğumlu.  Bolvadin,  Akşehir ve Konya’da okudu. 2–54
MEHMET FAİK EFENDİ:1280/1863 de Haymana’da doğdu. Akşehir İmaret medresesinde okudu. Müderris Harputlu Ömer Efendi’den sarf-nahiv ve mantık okuyup İstanbul’a gitti. 3–219
MEHMET HİLMİ EFENDİ: Şeyh Mustafa Hilmi Efendi’nin oğlu olup 1258/1842’de Akseki’de doğdu. 1858’de Konya’da İrfaniye medresesinde Laz Hacı Ali Efendi’den mantık isagoci ve tasavvurat okudu.1864’de Akşehir’e gidip Çukur medresede Burdurlu Mustafa Salim Efendi’den tasdikat,  şerh-i akaid, meani ve Şifa-ı Şerif okudu.  1868’de tekrar Konya’ya gelerek Yılanlı, İrfaniye ve Ziyaiye medreselerinde Kadınhanılı Hüseyin Efendi’den 1887’de icazet aldı. Sonradan Akşehir müftüsü oldu. 3–263
MEHMET MAHMUD EFENDİ: Ulemadan Karacaoğlu İbrahim Efendindin oğlu olup 1300/1884 Akşehir doğumludur. Akşehir ve Konya medreselerinde okuyup İstanbul’a gitti. 3–305
MUSTAFA LÜTFİ EFENDİ: Ulemadan Harputluzade Ömer Efendi’ni oğlu olup 1281’de Akşehir’de doğdu.
Konya Daru’l-muallim’i bitirdi. Ziyaiye medresesine devam ederek Konya müftüsü Kadınhanılı Hacı Hüseyin Efendi’den icazet aldı.  1908 de Konya milletvekili oldu. Meclis feshedildikten sonra Akşehir müftüsü oldu.  (1920 de idam edildi). 4–225
Yine Konya’ya gelen öğrenciler şu medreselerde tahsil görmüşlerdir:
Akşehir’de: Çukur ve İmaret medresesinde
Akşehir dışından gelen öğrenciler şu âlimlerden ders alıyorlardı:

Akşehir’de: Burdurlu Mustafa salim Efendi, Hamalzade Hacı Mehmet Azmi, Harputluzade Ömer Efendi,  Hüseyin Sabri Efendi,

CUMHURİYET NASIL İLAN EDİLDİ?


Cumhuriyetin ilanını meclis muhabiri olarak izlemiş olan yazar Enver Behnan ŞAHPOLYO o günleri şöyle anlatmaktadır:
Cumhuriyetin kurulduğu günlerde bütün gazeteciler ve halk merakta idi. Bir yenilik var… Fakat bu nedir ? Bir türlü belli olmuyordu. Ben o zamanlar Öğüt Gazetesinde çalışıyordum. Meclisin bütün toplantılarına devam ediyordum.
Atatürk Çankaya'da kendisine konuk olan arkadaşlarına Cumhuriyet'i ilan etmenin zamanı geldiğini, bildiriyor. Bunun için anayasada değişiklik yapmak gerektiğini açıklıyordu. 28 Ekim 1923 günü konukları gittikten sonra İsmet İnönü ile birlikte anayasada ne gibi değişiklikler yapılacağını görüştüler.
1923 yılının Ekim ayının yirmi dokuzuncu Pazartesi sabahı idi. Güneşli bir hava. Samanpazarı ve Karaoğlan'dan insanlar sel gibi meclise doğru akıyordu. Kalpaklı, başlıklı, fesli erkekler ve bunların arasında kadınlar, meclisin karşısındaki Millet Bahçesi'ne meydana toplanmışlardı.
Halk Millet Meclisinin kararını merakla bekliyordu. Birçokları tanımadıkları milletvekillerine yaklaşıyor, haber soruyordu. Güneş battı. Karanlık bastı. Buna rağmen halk dağılmıyordu. Hepimiz sabırsızlıkla bir haber bekliyorduk. Meclisin dar kapısından bir milletvekili çıktı. Orada bulunan gazeteciler, hepimiz milletvekilinin etrafını çevirdik. Milletvekili :
-          Şu dakika içerde pek mutlu ve tarihsel kararlar veriliyor, dedi. Dışarıya sızan haber bu kadardı.
Akşam saat on sekiz kırk beş'ti Millet Meclisi oturumu açıldı. Donuk bir ışık. Sağda dinleyicilere ayrılmış bir yer, solda gazeteciler balkonu, ortada okul sıralarında oturmuş milletvekilleri, Atatürk yok. Bütün milletvekilleri sıkışık bir durumda oturuyorlardı. Bu sessizlik içinde İsmet İnönü : Anayasanın birinci maddesinin "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türkiye Devletinin hükümet şekli cumhuriyettir" biçiminde değiştirilmesi için görüşme açılsın dedi. Değiştirilmesi istenen başka maddeler de vardı. Değişiklik isteği üzerine birçok milletvekili söz aldı. Heyecanlı konuşmalar yapıldı. Bu sırada milli şair Mehmet Emin Yurdakul söz alarak orada bulunanları "Yaşasın Cumhuriyet" diye bağırmaya davet etti. Bütün milletvekilleri tek bir vücut gibi harekete geçti, ayağa kalktılar. Gün görmüş gaziler, generaller, kalemleriyle, kılıçlarıyla bu memlekete hizmet etmiş kahramanlar dimdik durdular. Sonra hep bir ağızdan "Yaşasın Cumhuriyet" diye bağırdılar. Anayasa değişikliği görüşmeleri tamamlandıktan sonra değişiklik isteği oya sunuldu. Bütün eller "kabul" diye kalktı. Türkiye devletinin cumhuriyet olduğunu belirleyen değişiklik oy birliği ile kabul edildi. Saat sekiz buçuktu. Bu dakikadan itibaren Türkiye Devleti'nin adı Cumhuriyet olmuştu.
Bu cumhuriyete bir başkan seçmek gerekiyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığı seçimine 158 milletvekili katıldı. Ankara milletvekili Gazi Mustafa Kemal Cumhurbaşkanlığına seçildi.
Bu anda Kemal Atatürk meclis salonunda göründü. Alkışlar arasında kürsüye çıktı. Herkes Atatürk'ü dinliyordu. Konuşmasını bitirdiği zaman uzun uzun alkışlandı. Gök gürültüsünü andıran alkışlar arasında Atatürk yerine oturdu.

Halk meclisin önünde bekliyordu. Cumhuriyetin ilanını ve Atatürk'ün Cumhurbaşkanı seçildiğini duyunca coştu. Bu arada 101 pare top atıldı. Top sesleri Türk ulusuna cumhuriyeti ilan ediyordu. Türk ulusu, yıllardan beri hasretini çektiği egemenliğe ve cumhuriyete kavuşmuştu.

1892 YILINDA AKŞEHİR HALICILIĞI


            İhtifalci Mehmet Ziya tarafından yazılan “Bursa’dan Konya’ya Seyahat” kitabında Akşehir hakkında pek çok bilgi vermektedir. Bu bilgilerin içerisinde o devirde Akşehir’de dokunan halı ve kilimlerle ilgili olanları ilgi çekicidir.
            Konya’ya 1889 yılında tayin edilen Avlonyalı Ferit Paşa valilik döneminde Konya yöresinde halı ve kilim üreticilerine yeni bir hız ve şevk vererek halıcıları teşvik etmek maksadıyla halı ve kilim sergisi açmaya karar vermişti. İşte yazar ilk olarak Akşehir halılarını o sergide görmüş ve çok beğenmiştir. Yazar İhtifalci Mehmet Ziya o devir Akşehir halıcılığı hakkında şunları yazmaktadır:
            “Konya Şimendiferi’nin inşâsından sonra Akşehir eski revnak (parlak) ve şerefini bulmağa başlamış, peyderpey tesis edilen halı destgâhları (tezgah) ticaret-i mahalleyyeyi  bir dereceye kadar canlandırmıştır. Konya’da küşad  edilen (açılışı yapılan) halı sergisine Akşehir’den dahi nefis halı ve kilimler gönderilmiş idi.
…………..
            Akşehir’e üç kilometre uzaklıkta Bermende karyesinde (köyünde) 490 hane ve 2450 nüfus vardır. Buranın haneleri oldukça muntazamdır. Bu karyede dahi nesc edilen (dokunan)  halı, seccadeler Konya sergisinde teşhir edilmiştir.
            Akşehir civarındaki karyelerde sakin aşâir (aşiretler) ve ekrâd (konar göçerler) dahi gayet latif, nakışlı kilimler, cecimler(örnek: örgü heybeler) nesc (dokur) ve imal ederler. Bunların bazısı heyme-nişin (göçebe, çadırda yaşayan) oldukları halde, dokudukları ba-husus (en çok) kızların nesc ettikleri kilimler hakikaten nazar-rübâdır (göz çekendir). Ez-cümle (özet olarak) Akşehir Kazası’nın şark-ı şimaliyyesinde kain (kuzeydoğusunda bulunan) 18440 nüfus havi (içine alan) Cihanbeyli Karyesi’ndeki efrad-ı aşâyir (aşiret erleri) ve benât-ı ekrad (konar göçer kızları) o kadar latif kilimler dokurlar ki, göçebe-nişin bulundukları göz önüne getirilirse, bu sanat-ı nefisedeki maharetlerine hayran olmamak elden gelmez.
            Konya’da küşad edilen (açılan) sergide inzar-ı nefais-perverane ( değerli bakışları uyarmak için) arz olunan mensucat-ı nefis meyânında (nefis dokumalar arasında) bu Cihanbeyli Karyesi’nin bir mevki-i şeref eylemişler idi.”
İhtifalci Mehmet Ziya’nın da kitabında bahsettiği Konya halı sergisinin önemli ve ilginç olanı, girişte, ana kapının sağ tarafında Akşehir halı tezgâhlarında dokunan ve üzerinde KONYA adlı bir başlık taşıyan halı gazete yer alıyordu.

Sergiyi ziyaret edenlerin büyük ilgisini çeken ve sergide dereceye de layık görülüp ödüllendirilen halı gazete Bu gün Konya Etnografya Müzesi Halı Bölümü’nde sergilenmektir.

ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDE AKŞEHİR


1938 Yılı Kasım ayının ilk haftasında Türkiye, üzüntülü karamsar günler yaşadı. Herkes “acı sonu” bekler gibiydi. Suskun, neşesiz buruk günler… Atatürk’ün hastalığı giderek artıyor, radyo ve gazetelerin verdiği sağlık raporları hiçte ümit verici olmuyordu.
O günlerde Akşehir’de bu kara haberi bekliyor gibiydi. Nihayet 10 Kasım1938 sabahı radyodan Akşehirliler şu hükümet bildirisini dinlediler:
“Müdavi ve müşavir tabiplerin neşredilen SON raporu, Atatürk’ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.
Bu acı hadise ile Türk Vatanı büyük yapıcısını, Türk Milleti ulu şefini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize, içimiz yanarak, bu tarife sığmayan ziya’dan dolayı en derin taziyelerimizi sunarız.
Kederlerimizin tesellisini ancak ve ancak O’nun büyük eserine bağlılıkta ve aziz vatanımızın hizmetinde ararız. Şurasını da her şeyden evvel beyan etmeliyiz ki, ölmez olan, onun büyük eseri, Cumhuriyet Türkiye’sidir. Hükümetimiz, içinde bulunduğumuz bu mühim anda, bugüne kadar olduğu gibi dikkatle vazife başındadır. Müesses olan nizam ve idame hususunu, Büyük Türk Milleti’nin hükümetiyle tek vücut olarak teyit ve temin edeceğine
şüphe yoktur.
Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 33. maddesi mucibince Büyük Millet Meclisi derhal yeni Reisicumhuru intihap edecektir. Türkiye’nin en büyük makamına, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre geçecek zatın etrafında hükümetiyle, şanlı ordusuyla ve bütün kuvvetleriyle Türk Milleti sarsılmaz bir varlık olarak toplanacak ve yükselmesine devam edecektir.
Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milleti’ne güvendi. Eserlerini bu güvenle yaptı. İdamesi esbabını da istikmal ederek güvenle büyük milletimize bıraktı. Ebedi Türk Milleti onun eserlerini ebediyetle yaşatacaktır. Türk Gençliği onun kıymetli vediası olan Türkiye Cumhuriyet’ini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türk’ün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır.”
Radyodan dinlenen bu kara haber, Akşehirlileri üzüntüye boğmuştu. O günlerde Akşehir’de öğretmen olarak bulunan Zübeyde Ülgen, Tarih Vakfının yaptığı “Tarihe 1000 Canlı Tanık” projesine o günleri şöyle anlatmıştı:
“Akşehir’deydim. Sabahleyin ajansı açtım, böyle televizyon yok, radyoyu açtım. Ayy, hasta olduğunu biliyoruz, öleceğini hiç düşünmedim, ben Ata’yı, yani ne bileyim herhalde babamdan çok severdim. Çünkü çok büyük işler yaptı. Yani bunları anlatmaya lüzum yok. Ben orada, hüngür hüngür evde ağladım. Ve okula gitmem lazım, öğrenciler beni bekliyor,
hüngür hüngür ağlayarak ben böyle okula doğru gidiyorum. Bağıra bağıra ağlıyorum. Karşıma müfettiş çıktı, müfettiş. ‘Niye ağlıyorsunuz?’ dedi. ‘Biliyor musunuz, baba gitti’ dedim. Ben yeniden başladım ağlamaya, adam okula gitti. İşte o gün acım çok büyüktü, onu kaybetmiştik.”
O gün Akşehir’de herkes üzüntülü ve ağlamaklıydı. Okullarda öğretmenler Ulu Önder Atatürk’ü bir kez daha anlattılar öğrencilerine. İnsanların fani olduğunu ama eserlerinin baki olduğunu söyleyerek Büyük Atatürk’ün eserleri ile yaşayacağını belirtiler.
Akşehir’de Atatürk’ün ölümü ile başlayan yas günlerce devam etti. Atatürk’ün ölümünü gösteren film, Akşehir’e getirilmişti. Sinemada gösteriliyordu. Okullardaki öğrenciler toplu halde sinemaya götürülüp, onlara bu film izletiliyordu.

Vatanımızın Kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin Kurucusu ve Türk Milleti’nin sembolü Mustafa Kemal Paşa, artık her Türk gibi Akşehirlilerin de gönlünde yaşamaya devam etti, ediyor ve edecektir..
Alıntı: KOÇ, Mehmet (2010)Atatürk Akşehir’de. Akşehir Belediyesi Kültür Yayınları